Duvarları aşan nameler (6)

  • 09:01 19 Kasım 2022
  • Dosya
 
 
25 Kasımlar ‘saçlarını bayrak yapan’ kadınların zaferinin miladı olmalı
 
Habibe Eren
 
ANKARA - Türkiye’de fili ve ikiyüzlü şeriat rejimi olduğunu söyleyen HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, “Bugün ve önümüzdeki 25 Kasımlar  ‘saçını süpürge yapan kadınların’ değil, ‘saçını bayrak yapan kadınların’ zaferinin miladı olmalıdır” sözleri ile kadınlara sesleniyor.
 
Erkek-devlet şiddetine karşı dünyanın kadın direnişine tanıklık ettiği ve “Jin jiyan azadî” sloganının dilden dile dolaşıp manifestoya dönüştüğü 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde sona yaklaşılırken, ajans olarak 25 Kasım’a giderken dosyalarımız ile kadınların serhildanlarına ışık tutmaya çalışıyoruz.  Yaptıkları siyaset, haberler, kadın ve sivil toplum alanındaki çalışmaları ile erkek devleti rahatsız eden ve bu yüzden tutsak edilen kadınlara bu dosyamız ile kulak verdik. Direniş ve mücadelelerini dört duvar arasında da sürdürdüklerini belirten kadınlar, erkek devlet şiddetine boyun eğmediklerini, eğmeyeceklerini, hakikat yolundan ayrılmayacaklarını dile getirdi ve 25 Kasım'ı da bu ruh ile karşılayacaklarını ifade etti. Dosyamızın son bölümünde Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ı dinleyeceğiz.
 
Yaptığı siyaset yargılanıyor
 
4 Kasım 2016 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü bir soruşturma kapsamında Ankara’daki evinde gözaltına alınan Figen, aynı gün tutuklandı. O tarihten bu yana Kandıra 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutsak bulunan Figen’in, vekilliği hakkında kesinleşmiş hapis cezası olduğu gerekçesiyle 21 Şubat 2017’de düşürüldü. Figen, Kobanê Siyasi Soykırım Davası’nda yüzlerce yıllık hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Figen’e yöneltilen suçlamalar ise katıldığı parti programlarında, eylem, etkinlik ve mitinglerde yaptığı konuşmalar gösteriliyor.
 
Yıllardır kadın mücadelesinde aktif görev alan Figen, iktidarın her türlü “kirli yüzü” ile karşı karşıya kaldı, cezaevinde de hakkında açılan siyasi soykırım davalarıyla da mücadelesine ket vurulmaya çalışılıyor. Şimdi sözü yaptığı siyaseti yargılanan Figen’e bırakıyoruz.
 
“Bizler içeride erkek devlet şiddetine maruz kalıyoruz. Fakat milyonlarca kız kardeşimiz de pek dışarıda sayılmaz. Baskı ve hapsetme politikaları bir şiddet biçimi olarak kadın kitlelerinin bütün katmanlarına yayılıyor.”
 
* Türkiye’de ve dünyada artan kadın katliamlarıyla birlikte 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ne yaklaşıyoruz. Öncelikle sizler artan kadın katliamlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Kadına yönelik şiddet ve katliamı iktidarın körüklediği, artık şahide, izaha ihtiyaç duyulmayacak kadar açık. Bunu ideolojik, politik ve hukuki anlamda, çok yönlü gerçekleştiriyor. Bir yandan kadını eve, aileye hapseden, onun ekonomik, sosyal, siyasal yaşamda varlığını istemeyen, ideolojik hattı derinleştiriyor. Tarikatlar, dini kullanarak kadın yaşamını karartanlar, iktidarın ideolojik-politik aklını ve profilini oluşturuyor. Kadınların giyimi, yaşam tarzı, boşanma isteği ve erkek otoritesine mutlak itaat etmemesi suç sayılıyor. Devletin tepesinden, medya ve yargı kurumlarına uzanan bu kuşatma, şiddeti de meşru kılıyor. Cinayetler de çoktan katliam seviyesine geldi. Ama bu korkunç gerçek karşısında etkin mücadele yok. Çünkü böyle bir istek yok. Erkek iktidar kadın katliamını örtük şekilde, ‘fıtratın gerçeği’ olarak görüyor ve normalleştirmeye çalışıyor. Aynı yaklaşım işçi cinayetleri için de geçerli.
 
Niye engellenmiyor? Engellenmek için neler yapılıyor? Sorularına cevap vermeye bile tenezzül etmiyorlar. Katliamların ideolojik, sınıfsal özünü gösteriyor bu yaklaşımlar. Politik yönetim ve hukuk, yargı sisteminin işleyişi, katil, cani erkekleri durmaksızın şiddete, cinayete azmettiriyor. Cinayet davalarında “iyi hal” indirimi hala yürürlükte, kadın döven, işkence edenlere ise, “yaralamadan” yargılanıp neredeyse yatmadan çıkıyor. Çıkınca da yaraladığı kadınları öldürüyor. Bu siyasi iktidarın bozmadığı bir döngü. Çünkü kendi uyguladığı şiddetin, toplumun günlük yaşamına, iliklerine kadar işlenmesini istiyor. Şiddetin yayılması ve yeniden üretiminde hedef kadınlar, çocuklar. Yani toplumun en zayıf görülen unsurları oluyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele ve özelde 25 Kasım, bu ölümcül yapının yıkılması açısından çok hayati.
 
Bizler içeride erkek devlet şiddetine maruz kalıyoruz. Fakat milyonlarca kız kardeşimiz de pek dışarıda sayılmaz. Baskı ve hapsetme politikaları bir şiddet biçimi olarak kadın kitlelerinin bütün katmanlarına yayılıyor. 25 Kasım’lar AKP-MHP iktidarının yarattığı bu zoraki sosyalite karşısında uyanış, farkındalık ve direniş gösteriyor. Ayrıca, her yıl kapsam ve nitelik kazanan eylemsellikle, kadın özgürlüğü kurtuluşu lehine yeni bir sosyopolitik zemin yaratılıyor. Bu yıl birleşik, örgütlü, cüretli öncü adımlar atılacağına inanıyoruz. Makro siyasette kadın hareketinin öne çıkabileceği bir kesit olması nedeniyle de 25 Kasım önemli olacak.
 
“Erkek devlet, erkek yargıyı palazlandırdı. Sözleşmenin iptali konusunda hukuki itiraz ve hak arama kanallarının kullanılması gerekli ama asıl olarak ilk nerede kazanıldıysa şimdi de öyle savunulacak. Yani sokakta…”
 
* Türkiye’de yıllar önce kadınların büyük bir mücadele ile kazandığı İstanbul Sözleşmesi Cumhurbaşkanı kararnamesiyle geri çekildi. Danıştay’a açılan davalar, “Cumhurbaşkanı kararı sorgulanamaz” denilerek yürütmeyi durdurma kararı iptal edildi. Bu kadar önemli olan bir sözleşmenin tek adam rejimi tarafından geri çekilmesini nasıl yorumluyorsunuz? Bundan sonraki süreçte biz kadınları nasıl bir tablo bekliyor?
 
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı gelişen kadın hareketi ve bilinçlenmesinin önünü kesmek içindi. Kadınların itaatkar ev köleleri olarak erkek egemenliğinin denetiminden çıkmaması için bir gözdağıdır aynı zamanda. Savundukları ile kurumu, kadın şiddet görse, aşağılansa, istismar edilse, sömürülse de erkeğe boyun eğeceği hapishanesidir. İstanbul Sözleşmesi nezdinde bu mahkumiyete son verecek uluslararası hukuki dayanağı ortadan kaldırmaya yoluna gittiler. Kadınları çaresiz, dayanaksız, umutsuz kılarak eril hükmü sürdürme peşindeler. Uzun yıllar kurumsallaştırıp yerleştirmek için yol döşedikleri gerici dinci sistemi faşist uygulamalarla harmanlayarak ve toplumun yarısı kadınların bastırılması üzerinden kurmaya çalışıyorlar.
 
Tek adam şefliğinde bütün erkek egemen yapı, düşmanlığında saf tutmuş durumda. Bu nedenle Danıştay’ın Cumhurbaşkanlığı kararnamesini sorgulamaması şaşırtıcı değil. Erkek devlet, erkek yargıyı palazlandırdı. Yüksek yargı kurumları da Saray’ın onay merci gibi çalışıyor. Sözleşmenin iptali konusunda hukuki itiraz ve hak arama kanallarının kullanılması gerekli ama asıl olarak ilk nerede kazanıldıysa şimdi de öyle savunulacak. Yani sokakta… Dahası, kadın özgürlükçü, eşitlikçi bir politik yönetim kurma mücadelesini yükselterek, çok daha ileri yasa ve kazanımlar elde edilebilir. Bu nedenle yüzümüzü daha fazla sokağa ve politikaya dönmek gerekir.
 
“Türkiye’de daha fili ve iki yüzlü şeriat rejimi var. IŞİD başta gelmek üzere kadını katleden, köleleştiren, iktidarını kadın mezarları, cenazeleri üstüne inşa eden tüm yapılarla bu nedenle çok yakınlar ve işbirliği içindeler.”
 
* İran’da Jîna Emînî “ahlak polisleri” tarafından saçı göründü diye katledilirken, Mardin’de Pakistan Demir saçlarını açtı diye evli olduğu erkek tarafından katledildi. Afganistan’da Taliban kadınlara dair her şeyi yasaklamış durumda.  İran’da, Afganistan’da ve Türkiye’de birbirine benzeyen bu zihniyet karşısında nasıl mücadele edilmeli?
 
Öncelikle saçlarını bayrak yapan, molla rejimine karşı büyük özgürlük ve onur isyanına girişen İranlı kadınları saygıyla selamlıyorum. İranlı Kürt kadın, Jîna Emînî’nin canice katledilmesi ve bunun “ahlak” adına yapılması başta İran olmak üzere, Ortadoğu’da gerici dinci faşist hegemonyanın en zifiri karanlık yüzünü gösteriyor. İran’daki molla rejimi bakımından kadın düşmanlığı ve devlet eliyle gerçekleştirilen kadın katliamları yeni değil. 1979’da Şah’a karşı gerçekleştirilen demokratik halk devrimini gasp ederken, binlerce kadını katleden, tecavüz eden aynı rejimdir. En önce kadınlara saldıran, köleleştiren ve iktidarını bu kıyım, kölelik üstüne kuran bir iktidardan söz ediyoruz. Bugün İran’a baktığımızda, en önce ve en fazla acıya, haksızlığa uğrayanların toplumun en önünde isyan ettiklerini görüyoruz. Millet ya da aidiyet farkı olmaksızın haklı kadın öncülüğü birleştiriyor.
 
Yaşananların bir kadın devrimi olduğu konusunda neredeyse bütün dünyaya hemfikir. Net olan diğer gerçekte, Ortadoğu’daki baskıcı, katliamcı rejimlerin halk isyanlarını ve kadın devrimlerini tetiklediğidir. Bu 21’inci yüzyılın kadın devrimleri çağı olacağı öngörüsünü güçlendiriyor. Türkiye’nin tetikçi faşist rejimi de özü ve uygulamaları itibariyle İran’dan Afganistan’dan farklı değil. Afganistan’da Taliban iktidara gelince; Erdoğan’ın “Birbirimize yakınız” türünden söylemleri ortada. Ardından Taliban’ı resmi düzeyde ağırlayan ilk devletlerden biri oldular. İran’da aralarında  ise sadece mezhep farkı var. Bu nedenle Türkiyeli, Kürdistanlı kadınların, demokratların ve ilerici devrimci kesimlerin, ülkenin Afganistanlaşması, İranlaştırılması kaygısı yersiz değildir. Mevcut iktidarın niyeti gerçekten bu ve tarikatlar, diyanet kurumu, şeyhler bu nedenle doğrudan devlet politikalarına, kararlarına müdahale eder hale geldiler. 
 
Dediğiniz gibi zihniyet aynı ama Türkiye’de daha resmi şeriat rejimi değil fili ve iki yüzlü şeriat rejimi var. İŞİD başta gelmek üzere kadını katleden, köleleştiren, iktidarını kadın mezarları, cenazeleri üstüne inşa eden tüm yapılarla bu nedenle çok yakınlar ve işbirliği içindeler. Açık şeriatçı rejimler, kadın üzerindeki baskı, işkence ve katliamlarını “ahlak polisi” eliyle uygularken, Türkiye’de eşi, sevgili, akraba, nişanlı, boşandığı erkek eliyle uygulattırılıyor. Pakistan Öner’i ve Jîna Emînî’yi öldüren eller farklı sadece. Ortak zihniyet ise, kadını bir tutam saçının bile sahibi saymıyor. Böyle büyük bir aşağılama, büyük isyanları hak eder. Yayılıp genişlemesi bu nedenle önemlidir. Bölgeselden evrensele büyük kadın devrimi ve eylemi hareketinin yeni dönüm noktası olarak görülmeli bu süreç.
 
“Garibe Gezer’in ölüme sürüklenmesi olayı da kapatılmaya çalışılıyor. Ölüm olaylarında öleni suçlu çıkarma tavrı, burası dahil bütün cezaevlerinde rutine döndü. İnfaz kurumları hastalık ve ölüm makinası gibi çalışıyor.”
*Sizlere gelirsek, aslında erkek devlet şiddetinin büyük bir boyutunu siz kadın siyasetçiler de yaşıyorsunuz. En son Kandıra Cezaevi’nde olan Garibe Gezer’in tecavüze maruz kalarak katledilmesi devletin tutsak kadınlara dönük şiddetini bir kez daha görünür kıldı. Cezaevlerinde kadınlara dönük artan devlet şiddeti hangi boyutta?
 
Hapishanelerde kadınlara dönük işkenceye varan saldırılar yaygın ve sistematik biçimde sürüyor. Çıplak arama uygulaması, onur kırıcılığı ve kabul etmeyenlerin dayak, hücre cezası gibi ağır saldırılara maruz kalması bakımından ilk sıralarda yer alıyor. Kadın bedeni ve ruhunu daha ileri düzeyde tahrip eden tecrit, izolasyon, tekli hücrelerde ağırlaştırılmış müebbet infazı da hayati sorunlara, hastalıklara yol açıyor. Çocuklu kadınların ve çocukların durumu ise bir insanlık krizi. “Terör” kapsamını genişleterek, binlerce anneyi siyasi tutsak haline getirdiler ve adli mahpuslarla tanınan bir dizi haktan, infaz düzenlemesinden de mahrum ettiler. Çok yakınımızda yaşanan bir trajedi bu ve siyasi iktidar böyle insanlık trajedileri yaratmakta ustalaştı. Cezaevlerini bunun için  kullanıyor. 
 
Garibe Gezer’in ölüme sürüklenmesi olayı da kapatılmaya çalışılıyor. Zaten suç duyurusu ve soruşturmalarda takipsizlik kararları verildi. Ölüm olaylarında öleni suçlu çıkarma tavrı, burası dahil bütün cezaevlerinde rutine döndü. İnfaz kurumları hastalık ve ölüm makinası gibi çalışıyor. Rejim kendi varlığını, kadınların katledilmesi ya da hapsedilmesi üzerinden kurunca başka bir tabloda beklenilemez. Bunun karşısında toplumsal duyarlılık, eylemselliğin yükseltilmesi hayati önem taşıyor. Cezaevleri kadınlar başta gelmek üzere kimseye uzak değil. Siyasi iktidarın, canı sıkanı hapse gönderdiği kötü bir iklimde yaşıyoruz. Dolayısıyla bu konudaki duyarlılığın ayrım yapmadan genişlemesi gerekiyor.
 
“Bizim etkinliklerimiz, sloganlarımız, pek görüntü, işitilir değilse de, dışarıda bir yerlerde kadınların eyleminde, dilinde yankılandığını biliyoruz. Aynı ruhta mücadelede, birleştiğimizi hissediyoruz”
 
*Yeniden sizinle devam edersek, 25 Kasım’ı yine cezaevinde geçireceğiniz bir yıl olacak. Tutsak kadınlar olarak neler yapıyorsunuz? Bugünü nasıl karşılıyorsunuz?
 
Sizler alanlarda nasıl erkek-devlet şiddetine, eril faşist hegemonyaya karşı sessinizi, iradenizi ortaya koyuyorsanız, biz kadın tutsaklar da 25 Kasımları bu sesin ve iradenin yükseldiği an olarak yaşıyoruz. Bizim etkinliklerimiz, sloganlarımız pek görüntülü, işitilir değilse de, dışarıda bir yerlerde kadınların eyleminde, dilinde yankılandığını biliyoruz. Aynı ruhta mücadelede, birleştiğimizi hissediyoruz. Bu 25 Kasım’da da şiddetin her türlüsüne karşı içeriden ve dışarıdan birleşen mücadelemiz, direnme ve kazanma kararlığımızı büyütecek. 
 
“Bundan sonraki aşamada ilk yöneleceğimiz görev; bölgedeki hiçbir kadının isyanını ve devriminde yalnız bırakmamaktadır. Dayanışma ve eylemde birlik, farklı coğrafyalarda da olsa kadınların ortak zaferinin köprüsüdür.”
* Bütün bu olumsuzluklara rağmen kadınların direnişi de görmezden gelinemez. Kadınlar Rojava’dan Afganistan’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar büyük bir direniş içerisinde haklarını korumak için en ön saflarda yerlerini almaya devam ediyor. Bu noktada örgütlü bir kadın yapısı için nasıl bir köprü oluşturulması lazım?
 
Yaklaşık 10 yıl önce Rojava’da ortaya çıkan kadın devrimi “Jin jiyan azadî” sloganıyla başlamıştı. Bugün İran’daki kadın devrimi hareketinin saflarında da aynı slogan yankılanıyor. Rojava kadın devriminin ve Kürt kadınlarının, Afganistan’dan İran’a bölgedeki ezilen bütün kadınlara ilham ve özgüven verdiğini görüyoruz. İran’da genç bir Kürt kadının katledilmesiyle başlayan isyan, sembol kadın eylemi, genç Azeri kadın Hadis Necafi’nin öldürülmesiyle dönüm noktası yaşadı. Kadınlar isyanıyla, cesaretiyle, bilinçli ve kararlığıyla halkları birleştirdi. Bundan sonraki aşamada ilk yöneleceğimiz görev; bölgedeki hiçbir kadının isyanını ve devriminde yalnız bırakmamaktadır. Dayanışma ve eylemde birlik, farklı coğrafyalarda da olsa kadınların ortak zaferinin köprüsüdür.
 
Ortadoğu ve Kafkasya alanında birleşik örgütlenme ve işbirliği kanallarının kurulması için öncü adımlar atılabilir. Bölgede özgürlük ve temel hakların kazanılması açısından kolektif kadın liderliğini politik seviyeye taşımak önemlidir. Bütün kadın örgütlerinin ve sanatçı, aydın, akademisyen kadınların bu süreçte girişimci rol üstlenmesi ön açar. Asıl hedefimiz ise “Kadın yaşam özgürlük” çığlığının dört yandan çınlaması, dilimize, hareketimize yön vermesidir. Bugün ve önümüzdeki 25 Kasımlar  “saçını süpürge yapan kadınların” değil, “saçını bayrak yapan kadınların” zaferinin miladı olmalıdır. 
 
EDİTÖRDEN: Bu haber 29 Ekim’den bu yana Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutsak bulunan muhabirimiz Habibe Eren adına hazırlanmıştır.
 
BİTTİ.