8 Mart’a doğru kadınlar anlatıyor… (9)

  • 09:01 8 Mart 2021
  • Dosya
Onunki sisteme inat insanlık savaşı: Eren Keskin
 
Nişmiye Güler - Sena Dolar
 
İSTANBUL - Mücadelesine gıpta ile bakılanlardan biridir Eren Keskin. Neler yaşadı da vazgeçmedi o bağlandığı mücadelesinden. Onunki sisteme inat insanlık savaşı… 
 
Toplumun kadına biçtiği rollerden arınan nice kadınlar var. Yaşamı boyunca nerede olursa olsun yanlışa başkaldırıyı ilke edinen ve ardından gelenlere köprü olan kadınlar… Kalıpları reddedenler, direnenler, mücadele edenler, hakikat yolcuları ve daha niceleri… Eren Keskin tam olarak bunların özeti. O ne dayatılan yaşamı kabul etti ne de sistemin dayattığı rolleri. Eren kendi oldu ve topluma kendini öyle sevdirdi. O adaleti, hakkı savundu, direndi ve direnmeye de devam ediyor…
 
Avukat ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin’i onun ağzından, onun gözünden, onun sözleriyle tanıyalım… Sorularımız yeri geldi onu ağlattıysa da içten cevapları yetti bize. Eren Keskin kim mi? Dinleyelim ondan…
 
“Ben Sivaslı Kürt bir baba ile Çerkes bir annenin çocuğuyum. Ama Bursa’da doğdum. Babam devlet memuruydu. O tarihlerde Bursa’da görevli olduğu için ben de bu nedenle Bursa’da doğdum. Eğitimli bir ailem vardı. Sol görüşlü bir ailenin içinde büyüdüm. Ama eğitimli ve sol görüşlü olmalarına rağmen her ikisi de kendi kimliklerinin çok bilincinde olmayan insanlardı. Ne bir Kürt gibi ne bir Çerkes gibi büyütüldüm. İlk defa 13 yaşında babamın halasının oğlu bana Kürt olduğumuzu söyledi. O zaman ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Ne demek acaba Kürt olmak? İyi bir şey herhalde diye düşünürken 16 yaşımda devrimci olup eylemlere gitmeye başladığımda oralarda, ‘Kürtlere azadî’ diye sloganlar atıldığında demek ki biz Kürt’üz ve bu iyi bir şey diye çok mutlu olmuştum. Sonra ben bu konuları lise sonrasında konuşmaya, tartışmaya başladım. Aslında ailemi de bu konuda yeniden bilinçlendiren de benim içinde bulunduğum durum oldu. Benim eğitimli bir ailem vardı. Anneannem dönemin ilk okuyan kadınlarındandı, kimya mühendisiydi. Dedem de mimardı. Kendilerine göre sol görüşlüydüler. O dönem için ilerici insanlardı. Hiçbir zaman aile içinde baskı görmedim. Özgür büyüyen bir kız çocuğu oldum.”
 
Eren’in adalet savaşçısı olma isteği de çocukluğuna dayanıyor. Henüz küçük yaşlarda avukat olmaya karar veren Eren’i bu kararına götüren ise Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi…
 
“Avukat olmayı da çok küçük yaşlarda düşündüm. Avukat olmaya Deniz Gezmişlerin idamıyla karar verdim. Çok küçüktük biz o zaman tabi.  Deniz Gezmiş’in Bursa’ya geldiği söylentileri yayılmıştı, aranıyorlardı. Benim annem bir yere gideceği zaman bize şey derdi, ‘Kapıyı içeriden kilitleyin, kapı çalınırsa kim o diye sorun eğer abiler geldiyse onları içeri alın. Onun dışında kimseye açmayın.’ Biz kardeşimle dua ederdik annem misafirliğe gittiğinde ‘İnşallah abiler bize gelir de saklarız’ diye.  Ailecek yakın bakıp onlar için üzüntü, endişe duyan bir ailenin içindeydik. Deniz Gezmişler idam edildiğinde ben, avukat olacağım dedim. Ve hiç ondan sonra da değişmedi. O kadar karalıydım ki avukat olmaya ortaokulda, lisede arkadaşlarım bana hep avukat hanım derdi. Üniversitede de Boğaziçi Üniversitesi’ne de girecek kadar not almama rağmen hukuk fakültesini tercih ettim. Ve bunda da hiçbir zaman pişman olmadım.” 
 
Herkesin çocukluk hayalleri vardır. Nasıl bir dünya istediğimiz mesela. Hangimizin gelecek dünya hayali yok ki? Eren de aslında şu an çocukluk hayali için mücadele eden bir noktada duruyor.Kırılan hayalleri ama bitmeyen umutlar var…
 
“İnsanların eşit olarak yaşayabilecekleri, özgür olabilecekleri bir dünya tahayyül ediyordum. Belki ailemden de kaynaklı ama zaman içinde bu tahayyülde bulunan kendilerini sol olarak tanımlayan kişilerin de aslında resmi ideolojiyle ne kadar biçimlendiklerini gördüm. Benim de çok hayallerimin kırıldığı zamanlar oldu. Türkiye’de Ermeni Soykırımı’nın hala Türkiye solunun gündemine girmediğini görüyorum. Bu çok acı bir şey. Dersim Soykırımı’nın hala gündeme girmediğini düşünüyorum. Kürt meselesi değil Kürdistan meselesinin hala yeterli gündeme girmediğini düşünüyorum. O nedenle bu tahayyüllerinizde eksik kalıyorsunuz. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz. Çok totaliter bir devlet var ve bu totaliter devlet yarattığı resmi ideoloji ile halkı çok biçimlemiş. O nedenle çoğu zaman hayalleriniz kırılıyor. Bu sadece benim için değil eminim herkes için böyle.  Ama hayallerimiz kırıla kırıla mücadeleye devam ediyoruz.”
 
Eren'in ilk gördüğü şiddet, devlet şiddeti oluyor. Devlet şiddeti ile 90’lı yıllarda tanışıyor ve bir daha da bu şiddet onun peşini bırakmıyor.
 
“Şiddetle ilk karşılaşmam 90’lı yıllarda oldu. Bu da polis kaynaklıydı. Gözaltına alınan bir müvekkilimi görmeye gitmiştim. Leyla Zanalar gözaltına alınmıştı. Bir odaya alındım polisler tarafından. Duvarda o dönem Dev Sol tarafından öldürülen polislerin fotoğrafları vardı. Başımı tutup o fotoğrafların hepsine çarptırarak ‘Senin müvekkillerin bunlar’ dediler. Oysaki ben daha çok Kürt hareketinin davalarına girdim. Bugün olsa bu kadar özgürce yapamazlardı belki. Çünkü artık sosyal medya diye bir şey var. Hemen duyuluyor. Sonra çıkışta beni bir arabayla duvara sıkıştırıp ezmek istediler. İlk o gün şiddeti yaşadım. Daha sonra 94 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde 11 mahpus kafalarına demir çubuklarla vurularak katledildiler. Biz avukat Osman Ergin ile birlikte İstanbul’dan Diyarbakır’a gittik. Oradaki arkadaşlarımızla birlikte bir takım girişimlerde bulunduk. Dönüşte aracımıza ateş açıldı. Ateş açanlar sonra da kaçtılar. Korkutmak içindi. 2001 yılında da İHD’de bana sürekli tehditler gönderen bir kişi derneğe girdi ve silahla ateş etti. Silahı tutukluk edince bir arkadaş arkadan tuttu onu. Yani ölmekten o şekil kurtulduk. ‘Yalnız Kurt’ lakaplı kişi daha sonra yakalandı ve duruşmada ‘Yanlışlıkla oldu. Benim kötü bir niyetim yoktu öldürmeyecektim. Sadece Eren Keskin’e Türk bayrağı hediye etmeye gitmiştim’ dediği için serbest bırakıldı. 
 
Arkadaşımızın otopsisine girdik ağlaya ağlaya…
 
Benim yaşadıklarım bir şey değil. Benim arkadaşlarım öldürüldü. O dönem bizim birçok arkadaşımız katledildi, kontrgerilla güçleri tarafından. Biz arkadaşlarımızın otopsilerine girdik. Bu da bir şiddet. Avukat Medet Serhat öldürüldüğünde otopsisine girmek zorunda kaldık. Ağlaya ağlaya. Yani hepimiz o kadar şiddet yaşadık ki. 90’lar çok korkunç bir süreçti. Ama bugün de şiddet devam ediyor aynı şekilde. Yine insanlara çok büyük ihlaller uygulanıyor. Fütursuzca gözaltına alınıp tutuklanıyor insanlar. Özgür Gündem’in Genel Yayın Yönetmeni gözüktüğüm için şu an benim 26 yıl hapis cezam var. Asla hayatınızı planlayamıyorsunuz. Yarın ne yapacağınız belli değil. Eviniz kira. Ben cezaevine girsem bu kirayı kim ödeyecek? Kedilerime kim bakacak?  Bunlar da şiddet. Hayatımız onların kontrolü altında. Yurtdışına çıkışımız yasak. Her an izleniyorsunuz. Sürekli sosyal medya üzerinden ölüm tehditleri geliyor. Hepsi şiddet yani. Bu coğrafyada yaşayıp, bu alanda çalışıp şiddet görmeyen bence hiç kimse zaten yok.”
 
Eren yaşadıklarını anlatırken şiddet sarmalı içerisinden ilk itirazının başladığı an’a yolculuk ediyor. İlk başkaldırı, ilk sorgulamanın başladığı o anlar…
 
“Mahallemizdeki bütün çocuklar Kur’an kursuna yazıldılar. Ben de tutturdum Kur’an kursuna gideceğim diye. Annem izin vermedi. ‘Sen çok küçüksün dinle ne ilgin olabilir’ dedi.  Hayır ben gideceğim dedim. Nasıl o çocuklar başlarını örtüyorlar, ben de başımı örttüm gittim Kur’an kursuna. Ve Kur’an kursunda hayatımda ilk defa tacizi yaşadım. Oradaki hoca tarafından taciz edildim ve ona bir tokat atarak, oradan çıktım. İlkokul 4’e gidiyordum. Eve geldim anneme söyledim. Artık asla gitmem Kur’an kursuna dedim. Yani ilk itirazım o zaman oldu. Aslında bir şekilde dini de sorgulamaya başladım. İnsanların inançlarına olağanüstü saygım var. Ama tek tanrılı dinlerin ne kadar erkek egemen olduğunu çocukluğumda görmüş oldum.”
 
Doğdu aile atmosferinde emek ve mücadelenin anlamı öğrenen Eren, şahit olduğu trajedileri seçtiği yolda duyurmanın peşine düşüyor.
 
“Kendime yakın mücadelenin insan hakları mücadelesi olduğuna İHD’ye girmekle birlikte karar verdim. Çok fazla siyasete girmem, milletvekilliği çok teklif edildi ama hiçbir zaman insan hakları alanından ayrılmayı düşünmedim. Ve bundan da çok mutluyum. İyi ki insan hakları alanını seçmişim. Çünkü o zaman hep itiraz etme hakkın oluyor. Ama siyasetin içinde bir şekilde siyasi gelişmelere göre tavrını değiştirmek, yumuşatmak, sertleştirmek zorunda kalabiliyorsun. Ama insan hakları mücadelesi öyle değil. Her şeyi anında söyleyebiliyorsun. O nedenle ben insan hakları mücadelesi içinde olduğum için hep çok mutluyum.” 
 
Yaşamı boyunca tehdit edilen ve vazgeçmesi için her türlü yola başvurulan Eren, inatla hep ileri bakıyor. Peki ne mi onu böyle inatçı eden?
 
“Özellikle bu mücadelenin içinde kadın olmak çok zor. Çünkü her şeyden önce sizi kadın kimliğiniz üzerinden vurmaya başlıyorlar. Örneğin, bunu en yoğun olarak Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde yaşadık. Ben ilk 12 avukatından biriyim. Ve biz ortaya çıktığımızda bütün saldırılar kadın kimliğim üzerinden yapılmaya başlandı. İşte, ‘Apo’nun dişi kuşu’ gibi başka iğrenç haberler yapıldı. Sokaklarda saldırılara uğradık. Ve yaptığımız bütün suç duyuları hep sonuçsuz kaldı. Bütün o kadın kimliği üzerinden yapılan saldırılar yargı tarafından maalesef aklandı. Bize hep hiç vazgeçmeyi düşündünüz mü diye sorarlar. Çünkü rahat bir hayat da yaşayabiliriz. Avukatların birçoğu çok rahat hayatlar yaşıyorlar ama ben insan hakları mücadelesini ölümlerimize borcumuz olarak tanımlıyorum. O kadar çok arkadaşımız, büyüğümüz, kardeşimiz katledildi ki. En başta Musa Amca (Musa Anter). Musa Amca 75 yaşındaydı ve onu katlettiler. O nedenle ben hep bir yerden bizi gözlediklerini düşünürüm. O nedenle de bırakmayı hiç düşünmem.  Şu anda da toplam 26 yıl 2 ay hapis cezam var. Para cezalarım var. Asla hiçbir yere gitmeyi düşünmüyorum. Çünkü zaten bizim gibilerin ya gitmesini istiyorlar, ya ölmesini istiyorlar, ya hapse girmesini istiyorlar. Bu nedenle ben hiçbir yere gitmeyeceğim. Çünkü cezaevlerinde de arkadaşlarımız var. Sonuçta orada da hayat var. Orada da yaşıyor insanlar. Bizi korkutmak istiyorlar. Korkutup vazgeçelim istiyorlar. Ama ben bu coğrafyada her zaman söylüyorum, biat etmeyen bir damar var. Kürtler var, kadınlar var, LGBTİ+ mücadelesi var, çok büyük soykırım yaşasalar da Ermeniler, Yahudiler, Rumlar var. Yani ezilen, horlanan, yok sayılan o kadar çok kesim var ki bunların oluşturduğu biat etmeyen bir damar var. Ben o damara güveniyorum. Ve ben o damarın bir gün mutlaka kazanacağına da inanıyorum.”
 
Yıllardır hak mücadelesi veren Eren’in kendine has bir tarzı da var tabi ki. Gerek giyimi gerekse de saç tarzı hep kendine özgü oldu. Halk da onu öyle benimsedi ve çok sevdi.  Halkın onu kabul edişini ve yaşadığı tatlı anları tebessüm ederek anlatıyor.
 
“Şimdi bunu küçük komik bir hikaye ile anlatayım. Benim bir zamanlar bir stajyerim vardı. Abisi de Kürt hareketinden tutukluydu. Bir gün mini etekle abisini ziyarete gitmiş Bayrampaşa Cezaevi’ne. Abisi de demiş ki, ‘Bu ne kıyafet sen nasıl böyle geliyorsun cezaevine?’ O da  ‘Ama Eren Hanım da giyiyor’ demiş. Abisi de demiş ki ‘O Eren Hanım’.  Şöyle bir şey var. Ben kadınların özgürce kendi istedikleri gibi, kendileri nasıl istiyorsa öyle ifade etmelerinden yanayım. Ben böyle bakımlı olmayı, giyinmeyi, makyajı seven bir insanım. Böyle de radikal bir mücadele veriliyor. Bize dayattıkları bir kimlik var. Ben o kimliği reddediyorum. Solcu kadın, Kürt kadın illa makyaj yapmaz falan. Ben onları kabul etmiyorum. Tabi ki bu kadının kendi seçimi, ister yapar ister yapmaz. Bu konuda sonunda herkes kabul etti. Zaten artık böyle kısıtlamalar da eskisi kadar yok. Kadın hareketi bunları aştı. Kadın hareketi prim vermez artık böyle dayatmalara. O nedenle işte biz de böyle kendi çapımızda küçük devrimler yaparak gidiyoruz.”
 
Hak mücadelesine yıllarını veren birisinin cezaevine girmemiş olması imkansız gibi bir şey bu ülkede. Eren de bundan nasibini alanlardan.
 
“95’te cezaevine girdim. Hala görüştüğüm kadın arkadaşlarım var oradan. Cezaevinde şeyi düşünüyorsunuz: Ben neden buradayım? Sadece benim düşüncelerimi beğenmedikleri için buradayım. Çok saçma. Ben cezaevi sürecinden sonra daha çok bilenerek çıktım. Aslında bence çoğunluk için de böyle oluyor zaten. Daha çok bileniyorsunuz haksızlıklara. Değişik bir deneyimdi benim için ama hayatımda önemli bir deneyimdi.”
 
Anılar… Evet hafızanın derinliklerinde saklanan ve yaşamda kimi zaman keskin hatlar oluşturan anılarımız. Eren’in de yaşamında unutamadığı bir anısı var.
 
“Bana yol gösteren bir anı bu. Amcam ilk eşinden ayrılmıştı, iki oğlu vardı. İkinci kez evlenecek ve evleneceği kadın bir Ermeni kadın. Josefin adı. Hayatta en sevdiğim insanlardan biriydi, kaybettik. Amcam Josefin yengemle evlenecek. Hukukçu o ilerici olan dedeme, Ermeni bir kadınla evleneceğini söylediğinde, -ben o zamanlar 12-13 yaşındaydım- dedem dedi ki, ‘Müslümanlığı kabul ederse olur’. İsmi de Hülya olacakmış, ona da dedem karar verdi. Bunu ben hiç unutamadım. Anneme sordum, biz şimdi Josefin yengeye, ‘Hülya yenge mi Josefin yenge mi diyeceğiz? Annem ‘Dedenizin yaptığı çok ayıp bir şey. Siz ona Josefin yenge diyeceksiniz.’ Bu benim hayatımda çok etkileyici oldu. Neden bir insanın dini ve ismi değiştirilmek zorunda bırakılıyor. Hem de bunu ilerici olduğunu söyleyen bir insan yapıyor. O zaman Ermeni Soykırımını bilmiyordum ama bu konuyu çok konuşmaya başladık. Ve ben soykırımı 16 yaşındaydım öğrendiğimde. İlk bunu yengeme sormuştum, sizin ailenizde de bu acının etkileri oldu mu? diye. Ve yengem bunu o zaman bana anlatmıştı. Benim hayatımda beni tokat gibi çarpan bir şey olmuştu. Çokta belirleyici oldu hayatımda bunu da hiç unutmam.
 
“Gündelik yaşamda Eren neler yapar” sorusu duygusal bir atmosfer yaratıyor. Çünkü Eren bir yıl önce yaşamının büyük bir bölümünü kaplayan annesini kaybetti. Onun yokluğunu hala derinden hissediyor Eren.
 
“Sabah kalktıktan sonra kitap okuma rutinim vardır. Okuyamadığım gün kendimi suçlu hissederim. Yani kitap okuyarak başlarım güne. 3 tane kedim var. Kedilerim çok önemli benim hayatımda. Sonra işe geliyorum. Pandemi döneminde zaten bir şey olmuyor hayatınızda. Ben mutlu insan olmanın önemine inanıyorum. Çünkü siz kendiniz mutluysanız daha çok iş yapabiliyorsunuz. Genel olarak sevdiğim arkadaşlarım var onlarla görüşürüz. Yemek yeriz. Ama hayatımın çok büyük bir bölümü yaptığımız iş, mücadelemizle geçiyor. Evde olduğum zamanlar film seyrederim, kitap okurum. Ama yaptığın işi sevmek mutlu olmanın birinci şartı. Ben yaptığım işi çok seviyorum. Çok sevdiğim içinde hep mutlu bir insan oldum.”
 
Eren’i farklı kılan da aslında korkuyu ötelemesi, amaca giden yolda olumsuzluklara kilit vurması.
 
“Ben yaptığım işi seviyorum, göze aldım. Benim için, ‘Ayy çok korkunç’ diyeceğim bir şey değil. Eğer bu coğrafyada resmi ideolojiye karşı bir mücadele veriyorsanız, Kürdistan meselesi konusunda devletten farklı düşünüyorsanız, Ermeni soykırımı, Kıbrıs meselesi… Yani bu militarist devlet anlayışına karşıysanız zaten baskı görürsünüz. Sadece ben değil, hepimiz görüyoruz. Dediğim gibi ya gideceğim, ya kalıp devam edeceğim ya da tamamen geri çekileceğim. Ben kalıp devam etmeyi tercih ettim. Korkuyorsunuz tabi ki endişeleriniz oluyor. Mesela tanımadığımız biri geldiğinde ofise kapıyı kapatıyorlar, kimsiniz, ne için geldiniz? Çünkü sürekli tehdit alıyorum ben. Ve bunları engelliyorum, görmek istemiyorum. Öne çıkarmıyorum. Korkuyu öne çıkartmazsanız yaşamak daha kolay oluyor. Yaşıyorsunuz.”
 
Eren bugüne kadar pek çok kişiyi tanıdı. Ama onlardan biri var ki Kürt kadın basını için mihenk taşı. İlk kadın Genel Yayın Yönetmeni Gurbetelli Ersöz. Eren bugün Gurbeteli Ersöz’ün mirasına sahip çıktığı için hapis cezası ile karşı karşıya. Fakat bu durum Eren için tam aksi.
 
“Gurbetelli benim gördüğüm, tanıdığım kadarıyla özgür düşünceli bir kadındı. Kadın mücadelesi o tarihlerde o kadar gelişmiş değildi, güçlü değildi. Buna rağmen kadın kimliği ile son derece barışık, güçlü bir kadındı Gurbetelli. Yayın yönetmenliğini aktif olarak yapmadım ama en azından onun Genel Yayın Yönetmeni gözüktüğü gazetede ben de Genel Yayın Yönetmeni gözüktüğüm için bundan ancak onur duyarım. Çünkü Gurbetelli onur duyulacak bir insandı.”
 
Mücadelesinden kopuk bir gelecek hayali yok Eren’in. ‘Hayallerimiz kırıla kırıla yaşamayı öğrendik’ diyor.
 
 “Sanırım bu coğrafyada eşitlik, özgürlük, barış isteyen herkes hayallere ulaşmanın çok zor olduğu yaş aldıkça sürekli öğreniliyor. Çünkü maalesef 1915’ten beri bana göre hiç değişmeyen bir devlet aklı var. Bu ittihatçı, Türk-İslam sentezci bakış açısı bu coğrafyanın bütün renklerini solduruyor. O nedenle hayallerimiz kırıla kırıla yaşamayı hepimiz öğrendik. Ama bu hayallerimizi kırsalar da o en üstte tepede bir hayaliniz varsa onu koruyorsanız, mücadeleye devam ediyorsunuz. Benim ki de böyle…”
 
Son.