15 Şubat karanlığına karşı İmralı direnişi (5)

  • 09:01 14 Şubat 2022
  • Dosya
 
Avukat Ayşe Batumlu’nun İmralı ziyaretlerinden: Sayın Öcalan barış için ana aktör oldu
 
Nişmiye Güler-Gülistan Dursun
 
İSTANBUL - PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yaptığı süreci, 15 Şubat komplosunu ve İmralı gözlemlerini ajansımıza değerlendiren avukat Ayşe Batumlu, Abdullah Öcalan’ın Büyük Ortadoğu Projesi’ne en büyük engel olarak görüldüğünü ve bu yüzden tutsak edildiğini belirtti. Ayşe, “Sayın Öcalan asla savaş ve şiddet çağrısı yapmadı” sözleri ile PKK Liderinin barış için ana aktör olduğunun da altını çizdi.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan 23 yıl önce uluslararası güçlerin gerçekleştirdiği komplo ile Türkiye’ye getirildi. 1999 yılının 15 Şubat’ında Türkiye’ye getirilen Abdullah Öcalan, 23 yıldır Bursa’nın Mudanya ilçesine bağlı İmralı Adası’ndaki İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde kesintisiz bir tecrit rejimi altında tutuluyor. Bugüne kadar Abdullah Öcalan için Anayasa Mahkemesi (AYM), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’ne (CPT) avukatları tarafından sayısız başvuru yapıldı. Gerek yapılan başvuruların reddi ile gerekse siyasal atmosferin etkisiyle tecrit rejimi derinleştirilerek sürdürüldü. AİHM, tecrit rejimi ile ihlal kararı verse de, yine CPT defalarca İmralı Cezaevi’ne yaptığı ziyaretlerde Abdullah Öcalan’ın diğer hükümlülerin sahip olduğu haklara sahip olması için gerekli koşulların yaratılması yönünde uyarılarda bulunsa da 23 yıldır herhangi bir iyileştirme yapılmadığı gibi son 11 aydır da Abdullah Öcalan’dan herhangi bir haber alınamıyor.
 
Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yapan ve 2011 yılından bu yana da İmralı’ya gidişi hukuki gerekçelerle engellenen Ayşe Batumlu ile İmralı tecrit rejimini, 15 Şubat sürecini, Abdullah Öcalan ile ilk görüşmesini ve uluslararası güçlerin komplo ve tecritteki rolünü konuştuk. Ayşe, İmralı’da yaptığı ilk görüşmesindeki heyecanından, avukatlığını üstlenmeye karar verme sürecinden Abdullah Öcalan’ın görüşmelerdeki tutumuna kadar pek çok konu üzerinde paylaşımlarda bulunurken, Abdullah Öcalan’ın çözümün baş aktörü olduğunun da altını çiziyor.
 
* PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını hangi yıllar arasında yapmıştınız? Onunla ilk görüşmeniz hangi yılda oldu?
 
Sayın Öcalan’ın avukatlığını yapmak üzere ilk başvurum 2001 yılında oldu. Bu talebi Asrın Hukuk Bürosu’ndaki meslektaşlarım aracılığıyla yetkili makamlara ilettik. O zaman Adalet Bakanlığı’na bağlı bir cezaevi değildi. Yani hukuka aykırı bir statüsü vardı İmralı Cezaevi’nin ve bazı devlet mekanizmalarının onayından da geçiyordu sanırım. 2001’deki başvuru 2003’e kadar bekletildi. 2003 yılında bana cezaevine gidebileceğim iletildi. İlk gidişim de 2003 yılının Şubat ayındadır. Fakat “koster bozuk”, “hava muhalefeti” gibi gerekçelerden biri ile geri dönüş yapmak zorunda kalmıştık. Ben İnsan Hakları Derneği Bursa Şube Başkanıydım hatta o zaman. İlk görüşmem 2004 yılında gerçekleşti bu nedenle. Yani arada birkaç kez cezaevine gidişlerimizin engellenmesinden sonra 2004 yılında ilk kez görüşebildim kendisiyle.
 
“Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesinin önündeki engelleri temizlemek için, en büyük engel olarak gördükleri Sayın Öcalan’a yönelik komplo gerçekleştirdiler.”
 
* Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği sürece de değinmek istiyoruz. O süreçteki siyasi ve toplumsal atmosfer neydi? Neler yaşandı?
 
O süreçte bilindiği üzere uluslararası komplo ile Sayın Öcalan Türkiye’ye getirildi. Bunda “Büyük Ortadoğu Projesi”ni başlatan ve yönetenlerin çok büyük payı var. Yani ABD’nin liderliğinde emperyalist liderlerin ortak projesiyle Sayın Öcalan bu komploya maruz bırakıldı. Çünkü “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hayata geçirilmesinde en büyük engellerden biri Kürt sorununun demokratik bir biçimde çözümü olacaktı. Sayın Öcalan’ın varlığı ve önerdiği siyaset de buna çok uygundu. Demokratik bir biçimde Kürt sorunu çözülmüş olabilirdi. Bugünkü gibi daha fazla bölgesel ve uluslararası bir karakter taşımamış olacaktı. Ama o zaman da emperyalist liderlerin Ortadoğu’da diledikleri dizaynı yapması söz konusu olamayacaktı. Bir tehdit olarak görüldüğü için. Yoksa Türk devletinin tek başına “başarmasına” imkan yoktu.
 
Yani “Büyük Ortadoğu Projesi”nin gerçekleştirilmesinin önündeki engelleri temizlemek için, en büyük engel olarak gördükleri Sayın Öcalan’a yönelik komplo gerçekleştirdiler.Ama tabi bu o anlamda işe yaradı mı? Şöyle oldu; o günden bugüne 23 yıldır Kürt sorunu daha da çözümsüz bir hale getirilmiş oldu, uluslararası bir karakter taşıdı ve Ortadoğu’da da birçok farklılıklar söz konusu oldu. Bu coğrafya çok daha demokratik bir iklime kavuşabilecekken bu ne yazık ki uzun bir süre ertelenmiş oldu.
 
“Bir hukukçunun illa politik bir kimliğinin olması gerekmez. Yüzyılın liderlerinden bir tanesi, bir operasyon ile getirilmiş. Bölgenizde, kentinizde bir cezaevine nakledilmiş ve yargılanma sürecinden tutun da cezaevi sürecine kadar hiç hukuk işletilmemiş. Herhangi ortalama liberal bir hukukçu, sadece bir hukukçu bu soruna, bu konuya ilgi göstermeliydi.”
 
* Uzun yıllar Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yaptınız ve defalarca da hedef gösterildiniz. Yargılandınız bundan dolayı. Peki o dönem Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yapmaya nasıl karar verdiniz?
 
Aslında devletin yarattığı bir imaj var. Çok konuda algı operasyonları yapılıyor. Sorgulamayan insanlar bu algı operasyonlarının peşine takılıp gidebilir ama bizler hukukçuyuz. O dönemde de şunu savundum; bir hukukçunun illa politik bir kimliğinin olması gerekmez, böyle bir soruna duyarlı olabilmesi için. Yüzyılın liderlerinden bir tanesi, bir operasyon ile getirilmiş. Siz bir açıdan bakıp buna ister uluslararası komplo deyin ister demeyin. Bölgenizde, kentinizde bir cezaevine nakledilmiş ve yargılanma sürecinden tutun da cezaevi sürecine kadar hiç hukuk işletilmemiş. Herhangi ortalama liberal bir hukukçu, sadece bir hukukçu bu soruna, bu konuya ilgi göstermeliydi. Kimse bunu reddetmezdi, görüşmek isteseydi. Sayın Öcalan’ın “Benimle görüşmek isteyen şu siyasi oluşumdan olsun” diye bir kriteri yok. Gerçek anlamda bir hukukçunun onunla görüşmesinden çok da memnuniyet duyardı. Dolayısıyla bunu bilmek için biraz hukuk bilmek yetiyor aslında.
 
İki aylık bir yargılama süreciyle idama mahkum edilen birisinden bahsediyoruz. Olabilecek bir şey değil. Özel cezaevinden önce özel mahkeme kuruldu. Bu doğal yargıçlık ilkesine aykırı. Bunu aklı selim bir kişi bile bilir, kişiye özel mahkeme mi kurulur diye. Mahkemelerin objektif ve tarafsız olması gerekiyor. Öyle olmadığı da çok açıktı. Beni görüşmeye iten faktörlerden birisi buydu. Çok fazla politik kimliğe sahip olduğumu söyleyemem ama İnsan Hakları Derneği Bursa Şube Başkanlığını da yürütüyordum. Kuşkusuz duyarsız kalamayacağım bir şeydi. Ve tarihi bir lider ile tanışma fırsatıydı da aynı zamanda. Hukukçu olanlara bu fırsat tanınıyor sadece. Bu ayrıcalıktan faydalanmak istedim.
 
“Kürt sorununun çözümünde çok önemli, çok kıymetli sözler söyleyen ve bunda belirleyici olacak bir lider söz konusuydu. Her ne kadar cezaevi ve tecrit koşullarında tutulsa da bir sözü ile birçok şeyi yaptırabilecek bir liderden bahsediyoruz.”
 
Bir yandan da kendisi ile tanışıp gerçekten ben de görmek istedim. Nasıl bir lider, nasıl bir insan? Hakkında bu kadar spekülasyon yapılıyor, bu kadar nefret söylemi yaygınlaştırılıyor. Bir yandan da çokça yüceltildiği söylemler de var. Demek ki görüşülmesi gereken birisi. Böyle düşünerek gittim ama Kürt sorununun çözümsüzlüğü de çok önemli bir nedendi benim açımdan. Kürt sorununun çözümünde çok önemli, çok kıymetli sözler söyleyen ve bunda belirleyici olacak bir lider söz konusuydu. Her ne kadar cezaevi ve tecrit koşullarında tutulsa da bir sözü ile birçok şeyi yaptırabilecek bir liderden bahsediyoruz. O tecrit koşullarında bizim belki okuyamadığımız siyasi durumu hemen tespit edebilen, buna göre uzun vadeli planlar yapabilecek bir akıldan bahsediyorduk. Onunla görüşülmesi gerekir diye düşündüm. Beni iten en önemli faktörler bunlardı.
 
“Hücrelerinize varana kadar sizleri arıyorlar. Her gidişte farklı bir muamele ile karşılaşıyorsunuz. Siyasi iktidarın tutumu oradaki görevlilerin de tutumunu belirliyor.”
 
* İmralı Adası’na kaç defa gitme durumunuz oldu ve oraya gittiğinizde hangi zorluklar ile karşılaştınız?
 
Sayın Öcalan’ın yargılama süreci de İmralı Cezaevi’ne götürülüş süreci de halen orada tutulmakta olduğu süreci de dünyanın tek örneği. Yani benzeri şeyler oldu ama hiç bu boyutta olmadı. O cezaevine gitmek de aşırı zorluklar içeren bir sistematiğe sahip. Bazı insanların avukatlığını yapmak gerçekten zor bunu fark ediyorsunuz. Bazı şeyleri bilerek gittim ama yine de şok yaşıyorsunuz. Birincisi Gemlik Jandarma Komutanlığı’ndan geçiyorsunuz. Orada tabi tutulduğumuz arama o güne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde ve cezaevine giderken rastlamadığım bir arama biçimiydi. Hücrelerinize varana kadar sizleri arıyorlar. Bir girişte, bir jandarmadan çıkarken, kostere binerken aramaya maruz kalıyorsunuz, bir de İmralı Adası’na gittiğinizde ve İmralı Adası’ndan cezaevine gittiğinizde aramaya maruz kalıyorsunuz. Çok sert olduğunu söyleyebileceğim aramalardı bunlar. Sadece güvenlik adına yapıldığını söyleyemeyeceğim. Şaşılası boyutta aramalar yapıldığı gibi her gidişte farklı bir muamele ile karşılaşıyorsunuz. Siyasi iktidarın tutumu oradaki görevlilerin de tutumunu belirliyor. Bazen biraz nazik olabiliyorlar, bazen olağanüstü kabalaşabiliyorlar. “Sen kim oluyorsun da böyle davranıyorsun” deme şansınız olmuyor ne yazık ki. Normalde bir avukatın ve hukukçunun buna itiraz etmesi gerekiyor ama “itiraz edersen güle güle” denilen bir süreç ve görüşme yapmak zorundasınız. Zaten herkesin bildiği bir hukuksuzluk vardı ve hukuksuz mekanizmanın içerisinde ilerliyordu.
 
İlk gidişimde hava muhalefeti ile karşılaştım. Aslında “hava muhalefeti” denilen şey balıkçıların, biraz daha iyi haldeki teknelerin denize açılabildiği dönemler ama ne yazık ki İmralı’ya götürülen koster o kadar eski. Bu arada ben koster tabiri ile de ilk orada karşılaştım. Daha önce koster diye bir şey görmemiştim. Çok eski olduğu için çok kısa sürede alabileceğiniz yolu çok uzun sürede alıyorsunuz. Bir yandan çabucak bozuluyor ya da bozulduğu söyleniyor. Biz teknik olarak bilemiyoruz bozuldu mu bozulmadı mı. Fakat bozulduğu söylenen koster geri dönebiliyordu. Nasıl bozulduğuna dair benim ciddi şüphelerim vardı fakat onu çok fazla dillendirme şansımız da olmuyordu. Çünkü görüşmenin bir sonraki aşamasının tehlikeye girmesini istemezdik. Tabi görüşmenin her seferinde yapılamamasının hukuki olmadığına dair açıklamalar yaptık. Hatta şöyle şeyler de önerdik: Biz müvekkilimiz için ailesinden ya da kendi olanaklarımızla sağlayacağımız daha iyi bir araç ile oraya ulaşabiliriz. Fakat bu kabul görmedi. Devletin buna olanağı vardı ki devletin yükümlülüğüdür. Fakat diğer süreçler gibi bu da hukuk dışı tutuldu. Ve bunu sorgulayanların sayısı ne yazık ki bizim istediğimiz kadar fazla değildi.
 
Aslında ben isterdim ki Türkiye’deki akademisyenler bunu sorgulasınlar kim olduğundan, hangi siyasi nedenden orada olduğundan bağımsız olarak. Fakat sorgulanmadı ve halen sorgulanmıyor da. Günümüz koşullarında da bunun iyi olduğunu söyleyemeyeceğim.
 
“İlk gittiğimde ben elimi uzattım sonra birden üstüme bir hücum edildi. Temas edilemediğini bilmiyordum. Tecritte bir radyosu bile yoktu o dönemlerde. Sonradan tek kanallı bir radyo verildi. O tek kanalda dinledikleri ile bütün dünyanın analizini yapabilmesi şaşkınlık ve hayranlık vericiydi.”
 
* Abdullah Öcalan ile görüşmelerinize de değinmek istiyoruz.  İlk görüşmenizde nasıl bir karşılaşma oldu? İzlenimleriniz nelerdir? Yaptığınız görüşmelerde Abdullah Öcalan özelde hangi konular üzerinde duruyordu?
 
Normal şartlarda bizler müvekkillerimiz ile tokalaşırız. İlk gittiğimde de ben elimi uzattım sonra birden üstüme bir hücum edildi. Temas edilemediğini bilmiyordum. Buna çok üzüldüm gerçekten. Kaç yıldır orada ve hiçbir insan ile temas edememiş birinden bahsediyoruz. Temas çok önemli bir şey insanlar için. Ve buna tahammül gösterebiliyor. Onu benim zannettiğim kadar yaralamamış ya da öyle görünmüyor. Buna çünkü direnç göstermiş. Bu bir özgürlük aynı zamanda. Hafızasının çok güçlü oluşu beni çok şaşırtmıştı. Çok kısa sürede çok fazla konuda konuşabiliyordu. Yakalaması, tespit etmesi çok kolay olmuyordu. Gittiğim süreçte ses kaydetme olmuyordu. Biz notlar alıyorduk, onlara el konuyordu, incelenip geri veriliyordu. Ama ben ilk 2-3 cümlede kağıdın bir yüzünü bitirdim. Hepimizde bir tane teksir kağıdı var ve bütün görüşmeyi oraya not alabilmemiz lazım. Öyle becerisizliklerim de olmuştu. Sonradan bunun farklı bir çalışma gerektirdiğini de anladım. Daha küçük, özenli, dikkatli yazılması gerekiyordu. Ama ona yetişmesi çok zordu. Çok hızlı çalışan bir beyin ve birçok konuda konuşan.
 
Şuna da çok şaşırmıştım. Tecritte bir radyosu bile yoktu o dönemlerde. Sonradan tek kanallı bir radyo verildi. O tek kanalda dinledikleri ile bütün dünyanın analizini yapabilmesi şaşkınlık ve hayranlık vericiydi. Sonraki süreçte yine “hava muhalefeti”, “koster bozuk” denilerek gidişim engellendi. Neredeyse bir yıl sonra tekrar görüşe gidebildim. Görüştüğümüzde benim dışımda birçok avukat ile görüşen birisi memleketime kadar hatırlıyordu. Bu beni hem onure etti hem de çok şaşırttı. Hafızasında tutabileceğini düşünmemiştim.
 
“Devletin kendisine her şeyi yapacağını biliyor. Yaptığı bir şeyin onu manen çökertmesi, onu ıstırap içine koyması onun aslında esareti kabul etmesi anlamı taşıyor. Dolayısıyla bunlara karşı oldukça şerbetliydi.”
 
Çok üzüldüğümüz dönemler de oldu tabi. Bir kere bizi bir şapka ile karşıladı. İlk defa kendisini öyle görmüştüm. Saçlarının kazıtıldığı dönemdi. Fakat şu çok önemli; asla infial uyandırmasını istemiyordu ona yönelik hiçbir muamelenin. Çok usturuplu bir şekilde anlattı. Bunun gerekli yerlere başvurusunun da yapılmasını istedi. Gerekli başvuruları Asrın Hukuk Bürosu avukatları yaptı ama bir sonuç alınamadı. Sanki çok hukuki bir şeymiş gibi. Zorla yatırıp tıraş etmişler. Önce bunu söylemek istemedi ama şapkası olunca usulüne uygun bir biçimde anlattı. Böyle şeyler onu yaralamıyordu. Öyle güzel bir şekilde gardını almış ki devletin kendisine her şeyi yapacağını biliyor. Yaptığı bir şeyin onu manen çökertmesi, onu ıstırap içine koyması onun aslında esareti kabul etmesi anlamı taşıyor. Dolayısıyla bunlara karşı oldukça şerbetliydi. “Olabilir, ne olacak” diye düşünüyordu. Devlet bu yapar ve o kendini çelikleştirmiş bunlar karşısında ama şöyle düşünüyor: O bir lider. Ona bunlar yapılıyorsa politik bir karşılığı, nedeni olmalı.
 
Bir ara pek vaktinin olmadığını söylemişti. Sabah belirli bir saatte kalkıyor sporunu yapıyor. Ondan sonra okumalarını yapıyor, ardından yazmalarını yapıyor. Arada yemek yemeye fırsat bulursa yiyor. Gerçekten 24 saati dolu ve çok az uyuyor. Çok disiplinli, fizyolojik olarak da çok fitti. Uzun bir süre sonra tekrar gittiğimde de saçlarını beyazlamış gördüm. Ben ilk gittiğimde beyaz değildi saçları.
 
Eskilere dair her şeyi hatırlaması beni şaşırtmıştı mesela. Yine bir şeyler anlatırken gözlerini kapatırdı. Anlatmasına devam ederdi. Bir şey anlatırken sonra anlatacağını kurgulayıp sonra o konuya geçiyordu. Bu yüzden ona yetişmek ve anlamak çok zordu. Bazen buna bozulurdu da. O kendisiyle tartışacak, farklı bir görüş ileri sürecek, tartışma yürütecek birilerini istiyordu. Çok saygılıydı her zaman. Hiçbir zaman ezen, hükmeden bir üslubu da olmadı. Sağlık problemi bile olsa bunu çok naif bir biçimde dile getiriyordu.
 
Abdullah Öcalan’ın mesajları
 
Onun için en önemli olan şey en azından benim gözlemlediğim Türkiye’nin demokratikleşmesi, demokratik bir yapıya kavuşması ve bütün halkların eşit, demokratik bir ülkede yaşaması. Bu sadece Kürtlerle ilgili değil. Sayın Öcalan’ın düşüncesinde Türkiye’de yaşayan bütün halkların eşit, demokratik, özgür bir biçimde bir arada olduğu bir yapı önerisi vardı. Her daim buna dönük önerilerde bulundu. Asla bir şiddete yönelik çağrısına şahit olmadım. Tam tersi ona dönük bazı müdahaleler ile ilgili de gayet sağduyulu olunmasını, onunla ilgili kimsenin feda eylemi ya da benzeri bir eylem içine girmemesini ve süreci daha makul, sakin ve akli selim yönetilmelerini salık verirdi her zaman. Gençleri ve kadınları çok önemsediğini biliyorum. Çoğunlukla görüşmeleri herhangi bir yerdeki bir gençlik oluşumuna, bir kadın oluşumuna yönelik mesajlarıyla, selamlarıyla, saygılarıyla bitirirdi. Bunu çok önemsiyordu.
 
Yani ilk başından beri farklı bir sistem izlenmeseydi Türkiye bugün demokratikleşmiş bir ülke olurdu. Hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde çok ciddi adımlar atılmış olurdu, dört parçada da Kürt sorunu hallolmuş olurdu. Filistin sorununa kadar da çok ciddi örnek teşkil ederdi. Nitekim onun söylemlerinin de Kobanê’de yeşerdiğini görüyoruz.
 
“Öcalan’a Özgürlük Platformu adı altında bir platform kuruldu. Biz bu platformdaki kadınlar olarak Türkiye’deki siyasi süreçlerin Türkiye’nin aleyhi bir biçimde ilerlememesini isteyen, barış ve çözüm odaklı bir bakış açısına sahip olan kişilerdik.”
 
*Abdullah Öcalan özellikle kadınlara çağrılar yaptı sık sık. Ve onun fiziki özgürlüğü için de kadınlar her dönem alanlarda oldu. Sizlerin de bu anlamda kimi çalışmaları olduğunu biliyoruz. Biraz o çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
 
Savaşın ve çözümsüzlük politikalarının en çok mağdur ettiği kesimler kadınlar ve çocuklardır. Klişe bir söylem gibi geliyor ama öyledir. Savaşa sebep olmayanlar da en çok kadınlardır. Kadınlar barışçıl çözümden yanadır her zaman. Her kesimden anneler ile bağımsız görüşebilsek, onların manipüle edilmediği özgürce konuşabildiği ortamlar sağlayabilsek eminim ki hemen her kesimden kadınlar da bunu savunacaktır. Biz o dönemde Abdullah Öcalan’ın söylediği, söyleyeceği sözlerin toplumdaki kutuplaşmanın önüne geçebileceğini düşünüyorduk ki giderek artan bir kutuplaşma oldu. Aynı zamanda da Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün önüne geçebilecek, barış için ne gibi bir yol haritası izleneceğine dair önemli sözlerinin olabilecek bir lider olduğunun bilincindeydik. Bu nedenle “Öcalan’a Özgürlük Platformu” adı altında bir platform kuruldu. Ben de bu platformun içinde yer aldım.
 
Biz bu platformdaki kadınlar olarak Türkiye’deki siyasi süreçlerin Türkiye’nin aleyhi bir biçimde ilerlememesini isteyen, barış ve çözüm odaklı bir bakış açısına sahip olan kişilerdik. Bunun için toplantılar yaptık, birçok basın yayın organına gittik, köşe yazarları ile görüştük. Bazı köşe yazarlarından bize destek verenler oldu. Nuray Mert, Ahmet Altan, Ahmet Hakan gibi isimler ile görüştük. Toplantılar yapıldı, basın açıklamaları yaptık. Hatta Bursa’dan Gemlik’e bir yürüyüş gerçekleşecekti ama polis müdahalesiyle karşılaşıldı.
 
O süreçte güzel çalışmalar yapıldı, daha da büyüyebilirdi. Sönümlendi bu yapı anlayamadığımız bir biçimde. Keşke devam edebilseydi. Belki yeniden canlandırılabilir ama doğru bir çıkıştı, doğru bir zamandı. 2012 yılıydı. Nitekim 2013’teki Newroz’da da güzel bir çağrısını dinlemiştik Sayın Öcalan’ın. Buna katkısı olmuştur bu platformun. Öcalan’a Özgürlük için daha da çok platform oluşturulabilir. Bunun önünde hiçbir engel yok. Kadınlar, gençler, işçiler olsa bu platformlarda çözüme daha çok yaklaşırız diye düşünüyorum.
 
“Sayın Öcalan’a yönelik hak ihlalleri saymakla bitmez. 2019’dan bu yana avukatları ile görüşemiyor, zaten görüşmeleri çok aralıklı bir şekilde cereyan ediyor, bizler 2011 yılından beri görüşemeyecek avukatlardan sayıldık, ailesi ile görüşmeleri sekteye uğradı.”
 
* Abdullah Öcalan için hem yargılama sürecinde hem de İmralı’da gerçekten bir hukuk işletildi mi?
 
Yargılama sürecini birebir avukatı olmasam da yakından takip ettim. 2 ayda böyle bir yargılamanın bitirilmesi bunun bir senaryo olduğunu gösteriyor. Akılda bir şey var ve onu sonuçlandırmak için tabiri caizse “dostlar alışverişte görsün” diyoruz. Özel bir mahkeme kurulması ciddi anlamda bir hukuk faciası. Yargılamayı özel bir yere alabilirsiniz bu yargıladığınız kişiyi de avukatlarını da korumaya dönük olabilir. Fakat özel bir mahkeme açamazsınız bunla ilgili. Sadece Abdullah Öcalan’ı yargılamak üzere bir araya getirilmiş savcı ve yargıçlardan oluşan bir mahkeme heyeti bu yargılamanın zaten başta hukuka aykırı olduğunu bize söyler. Dolayısıyla tabi ki hukuksuz bir yargılama süreci geçirdi.
 
Ondan sonraki süreçler hukuka uygun muydu, hayır değildi. İmralı Cezaevi’nin statüsü, Adalet Bakanlığı’na bağlı bir cezaevi olmayışı, bağımsız bir şekilde denetlenemeyişi de aynı zamanda hukuka aykırıydı. Kendi statüsündeki hükümlülerin yararlanması gereken haklardan yararlandırılmaması başlı başına bir hukuk katliamıydı. Sayın Öcalan’a yönelik hak ihlalleri saymakla bitmez. Halen de devam ediyor. 2019’dan bu yana avukatları ile görüşemiyor, zaten görüşmeleri çok aralıklı bir şekilde cereyan ediyor, bizler 2011 yılından beri görüşemeyecek avukatlardan sayıldık, ailesi ile görüşmeleri sekteye uğradı. İlk telefon görüşmesini geçen sene yaptı. Telefon hakkını hiç kullanamadı bugüne kadar. Uzun bir süre yalnız başına kaldı. Tecrit ötesi bir tecrit pozisyonundaydı. Daha sonra 3’üncü maddenin ihlali “umut hakkı” ile ilgili bir ihlal kararı çıktıktan sonra yine görüntüyü kurtarmak adına adaya başka siyasi hükümlüler nakledilerek tecridin hafifletildiği iddia edildi ama bu tam olarak öyle değil tabi. Tecrit yalnızca başka hükümlüler ile bir arada kalmayı sağlayarak hafifletilmez. Kaldı ki ne kadar bir arada oldukları da tartışılır bir konu. Tecridin ortadan tümden kalkması için bütün hükümlülere tanınan diğer hakların da tanınmış olması gerekirdi. Bunların hiç biri yapılmadı. Hukuk ötesi bir süreç işletildi halen de bu süreç işletilmeye devam ediyor. Buna sadece Türkiye’den tek değil uluslararası hukukçuların da ses çıkarmadığını görüyoruz. Bu çok acıklı bir durum. Olmaması gereken iki yüzlü bir durum.
 
“Siyasi iktidar şöyle zannediyor Sayın Öcalan’ın tecridi kendi ellerindeki bir ‘silah’, istedikleri gibi kullanırlar. Sayın Öcalan kendisinin bu şekilde görünmesine asla izin vermedi.”
 
* 23 yıldır süregelen bir İmralı tecridi var. Bunu gerek avukatları gerek ailesi gerekse de kamuoyu çokça dile getiriyor. Bugünden baktığınız zaman İmralı’da tecrit rejimi ne zaman başladı ve neye evirildi? Bir hukukçu olarak bunu nasıl yorumluyorsunuz?
 
Sayın Öcalan’a Türkiye’ye getirilişinden beri ciddi bir tecrit uygulanıyor. Türkiye’nin F tipine geçiş sürecinden çok öncedir bu durum. F tipinde bile tanınan bazı haklar var. Yönetim mekanizmalarının, bakanlığın aklına estikçe değişiklik yapamayacağı bir statü olması gerekir. Fakat öyle olmuyor. Hem tecrit var hem de bunun koşulları akıllarına estikçe daraltılıyor, yanınıza birini veriyorlar teyple birlikte sizi dinletiyorlar, akıllarına esiyor genişletiyorlar. Tabi bu akla esme meselesi değil aynı zamanda konjonktür neyi gerektiriyorsa ona göre alınan bir siyasi tutum. Bu bile başlı başına hukuksuzluğu gösterir. Çünkü hiçbir hükümlü ile ilgili siyasi bir tutum takınamaz devlet, her hükümlüye aynı mesafede durmak durumundadır.
 
Siyasi iktidar şöyle zannediyor: Sayın Öcalan’ın tecridi kendi ellerindeki bir “silah”, istedikleri gibi kullanırlar. Kürt sorununun çözümsüz bırakılmasında da kullanırlar, çözüyorlarmış gibi yaparken de kullanırlar. Ama görünen o ki bu öyle olmadı. Sayın Öcalan kendisinin bu şekilde görünmesine asla izin vermedi. Gerekli zamanlarda gerçekten liderlik pozisyonunu da güzel yönlendirdi. Mesela 2013’teki Newroz’da gönderdiği açıklaması çok önemliydi. O dönem siyasi iktidar da sanki çözüme yönelecekmiş gibi bir tutum takındı aslında. Keşke oradan devam edebilseydi. Çok güzel ve bambaşka yerlerde olurduk. Sonrasında neye evirildi sorusu ise siyasi iktidar kendisi için faydalı görmediği zaman tecridi daha fazla artırdı. Şu an avukatlarıyla bile görüşemez duruma getirdi. Hiçbir zaman iyileşme olduğunu düşünmüyorum gittikçe kötüleştiğini düşünüyorum.
 
“Aslında Sayın Öcalan’ı ciddi bir güç olarak görüyor. Kendi çıkarına dönük bir şey söylerse onu kullanmak istiyor. Onu da mümkün kılamadıkları için ancak orada burada kendi kendilerine konuşuyorlar.”
 
Son söylem mesela; İmralı-Edirne karşılaştırması. Yine siyasi iktidarın bakış açısını gösteriyor. Aslında Sayın Öcalan’ı ciddi bir güç olarak görüyor. Kendi çıkarına dönük bir şey söylerse onu kullanmak istiyor. Onu da mümkün kılamadıkları için ancak orada burada kendi kendilerine konuşuyorlar. En güzel cevabı aslında hem Asrın Hukuk Bürosu verdi hem de Sayın Öcalan’ın kardeşi verdi. Dediler ki merak ediyorsanız kendisiyle görüşmeyi sağlayın. Aklın yolu bir. Yani Sayın Öcalan ile görüşme sağlanırsa ama akademisyenleri seçersiniz gönderirsiniz ama siyasileri gönderirsiniz, mutlaka avukatlarını gönderirsiniz ve Sayın Öcalan’ın görüşlerini görürsünüz. Kamuoyuna açıklar gündeme dair görüşleri nelerdir, Türkiye’nin içine savrulduğu bataklıktan nasıl çıkılmasını öngörüyor kendisi, Kürt sorununun çözümsüzlüğünde nasıl çözüm önerileri var bunları görebiliriz. Ama tecrit o boyutta ki ihtiyaçları varken bile bunu yapmıyorlar. Tecrit ne yazık ki hukuka tek değil bütün insan haklarına aykırı bir boyutta devam ediyor.
 
CPT’nin tecritteki rolü ve tutumu
 
*Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) tecride karşı çıkmama durumu söz konusu. CPT’nin tecrit rejimindeki rolünü nasıl görüyorsunuz?
 
İkiyüzlülük söz konusu demiştim. Uluslararası bazı insan hakları mekanizmalarında da bu böyle. Hatta bunun içine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de katabiliriz. AİHM de siyasetten bağımsızlaşabilmiş bir yargılamasına giremiyor. CPT gibi hükümet dışı kuruluş olduğunu iddia eden kuruluşlar da ne yazık ki siyasi konjonktüre göre tavır alıyor ve buna göre açıklamalar yapıyor. Yoksa CPT’nin bunu kabul etmemesi gerekirdi. CPT’nin şuna dair de bir şey söylemesi gerekirdi; Abdullah Öcalan’ın avukatları devletin gözü önünde yaptığı ve kayıt altına alınan görüşmeler nedeniyle bir gün operasyonla toplandık, gözaltında kaldık bazı meslektaşlarım tutuklu kaldı. Hala bunun davası devam ediyor. “Örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanıyoruz. Buna dair doğru dürüst sözler söylemiyorlar, tecride dair sözler söylemiyorlar. Bu iki yüzlü bir davranış biçimi. Bağımsız insan hakları örgütlerinin beyanları var ama dikkate alınmıyor. CPT çok güçlü bir kurum çünkü. Ama ne yazık ki CPT’nin bu anlamda tatmin edici değil.
 
“Türkiye 15 Şubat 2024’te Sayın Öcalan’ın durumunu değerlendirmek durumunda.”
 
* Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin “Gurban Grubu” dosyası üzerine yapılan başvuruyu görüşüp verdiği kimi kararlar oldu. Özellikle “umut hakkı”na dair Türkiye’ye kimi tavsiyeler verildi ve Eylül ayına kadar da süre tanındı. AKBK’nin bu kararını nasıl yorumluyorsunuz ve Türkiye İmralı için verilen tavsiyeleri hayata geçirir mi?
 
Buna çok bel bağlayabilir miyiz tartışmalı bir konu. Ama Türkiye ve dünyada siyaset nereye evirilir ona göre bu da değişecektir. 2013 diye hatırlıyorum Sayın Öcalan ile ilgili bir başvuru yapılmıştı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3’üncü maddesi işkence, kötü muamele yasağını içerir. “Kimseye insanlık dışı bir muamele yapılamaz, insanlık dışı bir ceza verilemez”dir kısaca bu hüküm. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan kişilerin ömür boyu cezaevinde kalacak olması insanlık dışı muameleye giriyor. AİHM’in bu konuda verdiği bir karar var. Ağırlaştırılmış müebbet almış kişilerin koşullu salıverilmesi hükümlerinden yararlandırılmamasının 3’üncü maddenin ihlali olduğunu söylüyor. Aynı zamanda ağırlaştırılmış tecridin de 3’üncü maddenin ihlali olduğunu söylüyor. Bununla ilgili göstermelik bir adım atıldı. Fakat AİHM’in bu kararı hiçbir zaman uygulanmadı. Bu kararın uygulanabilmesi için iç hukukta buna aykırı olan hükümlerin de ayıklanması gerekirdi ve cezaevlerinin güvenlik tedbirlerinin infazı hakkındaki kanunda da buna aykırı bir hüküm var. Onun kaldırılması gerekirdi. Bugüne kadar bir adım atılmadı.
 
Bugün tekrar gündeme getiriliyor olmasının Türkiye’deki siyasi yapının artık ne kadar anti demokratik olduğu, cezaevlerinin ne kadar siyasi ve düşünce suçluları ile dolu olduğu ayyuka çıktığı için olabilir. Çünkü bu sadece Sayın Öcalan’ı bağlamıyor. Birçok ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükümlüsü var Türkiye’de. Bir diğer neden de AİHM’in Birleşik Krallık’a karşı verdiği bir karar var. Orada deniyor ki 25 yıl sonra bunun gözden geçirilmesi gerekir. 2024 15 Şubat’ta 25 yılı dolacak Sayın Öcalan’ın. Dolayısıyla Türkiye’nin bunu gözden geçirmesi gerekecek. AİHS, AİHM ile birlikte bütün olarak değerlendiriliyor. Sözleşme yaşayan bir belgedir. Bu ne demektir; içtihatları ile birlikte değerlendireceksiniz. Anayasamızın 90’ıncı maddesi var. 90/5’e göre usulüne uygun onaylanmış uluslararası sözleşmeler iç hukuk hükmündedir, iç hukuk ile çelişiyorsa iç hukuktan önceliklidir. Dolayısıyla böyle baktığınız zaman AİHS’in 3’üncü maddesi, AİHM Sayın Öcalan ile ilgili ve Birleşik Krallık hakkında verdiği karar 25 yıl sonra denetlenmelidir, kontrol edilmelidir, koşullu salıverilme hükümlerinden yararlandırılması için bir görüşme sağlanmalıdır, kararı da iç hukuk hükmündedir.
 
Bir hukukçu olarak düşüncem 15 Şubat 2024’te Sayın Öcalan’ın koşullu salıverme durumunun gözden geçirilmesi gerektiği yönündedir. Belki bu uyarı bunun için de verilmiş olabilir. 25 yıla girdiği için bir inceleme şart. Sonucu ne olur bu incelemenin siyasi bir karar çıkacaktı görüşüme göre. Hukuki bir karar çıksa ne olurdu; orada diyor ki toplum için tehdit oluşturup oluşturmadığına bakılır. Yani 25 yıldır cezaevinde olan ve her adımı tırnağının kesilmesi bile gözetlenen, en mahrem durumda bile gözlenmekte olan (ki tecridin en ağırlaştırılmış şekline örnektir bu) bir insanın koşullu salıvermeden yararlandırılmasının tehlike arz edip arz etmeyeceği gibi bir soru çok saçma olur. Devlet kendisi zaten denetleyecektir. Benim görüşüm 25 yılın sonunda koşullu salıvermeden yararlandırılması gerektiği yönündedir.
 
“Herkes söylediklerini meşrulaştırmak ve kabul ettirebilmek için Sayın Öcalan’ın adı ile başlayarak bir cümle kuruyor. Bu konuda ‘Benim adıma konuşmayın’ demekte çok haklı. Adına konuşabilecek tek kişi kendisi ve yetkilendirdiği vekilleridir.”
 
*Tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan adına geçtiğimiz günlerde başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hükümet yetkilileri tarafından pek çok şey söylendi. Fakat kendisinin ne söyleyeceği ve tecrit altında tutulduğu konusu gündeme getirilmedi. Yine Abdullah Öcalan, önceki görüşmelerinde “Kimse benim adıma konuşmasın” demişti. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?
 
Sayın Öcalan ile ilgili de birçok siyasi onun adı ile başlıyor ama söylemler birbirini tutmuyor. Herkes söylediklerini meşrulaştırmak ve kabul ettirebilmek için Sayın Öcalan’ın adı ile başlayarak bir cümle kuruyor. Bu konuda “Benim adıma konuşmayın” demekte çok haklı. Adına konuşabilecek tek kişi kendisi ve yetkilendirdiği vekilleridir. Ailesinden bile birisi söylemediği takdirde adına konuşamaz. Sazı her eline alan onun adına konuştuğunda hem onun sesi net duyulmuyor hem de hiç söylemeyi kast etmediği şeyler söyleniyor olabilir. Bıraksalar kendi adına konuşabilir çok da güzel konuşur bugüne kadar yaptığı gibi. Daha önce fırsat bulduğunda yazdığı mektuplar, açıklamalar gibi yine süreci doğru kavrayan ve barışçıl bir döneme gitmemizin yolunu açacak bir açıklama mutlaka yapacaktır. Hiçbir zaman savaş ve şiddet çağrısı yapmadı, hiçbir zaman ona yönelecek de bir çağrı yapmadı. Dışarıdaki siyasilerin olmuştur ama onun olmadı.
 
Yarın: Barış Annesi Sultan Bozkurt, 15 Şubat eylemlerini anlatıyor