Eril tahakküm kadını da hayvanı da hedef alıyor 2025-07-26 09:05:31   Melike Aydın   İZMİR - Hayvanların katledilmesinin önünü açan yasaya karşı tepkiler devam ederken, yasayı çıkaran aklın kadın, çocuk ve çevreyi tahakküm altına alan erkek aklın tezahürü olduğunu söyleyen ekofeminist aktivist Esra Hızal, şiddetsiz, sömürüsüz dünya için yaşamdan yana organizasyonun mümkün olduğunu belirtti.   Hayvanların katledilmesinin önünü açan 7527 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair yasa teklifi 30 Temmuz 2024’te Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi, 2 Ağustos 2024’te ise Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun iptaline dair Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yasanın iptaline dair talebin reddedilmesine karşı ise kamuoyunun tepkisi devam ediyor. Ekofeminist aktivist Esra Hızal, yasanın kadın hakları ile ilişkisini ekofeminist perspektif ile değerlendirdi.    ‘İstanbul Sözleşmesi ile 5199 sayılı yasa benzerlikler içeriyor’   5199 sayılı yasanın, hayvanları insan eliyle yaşatılan kötü muamele ve işkenceden uzak tutmaya yaradığını, yasanın neredeyse ideale yakın düzenlemeler içerdiğini ifade eden Esra Hızal, bu yasanın uygulanmaya geçirilmesinde yurttaşların zorluklar yaşattığını dile getirdi. Esra Hızal, “Gönüllüler, kısırlaştırmadan tutun tüm sağlık giderlerini neredeyse kendi ceplerinden harcayarak bu canların hayatlarını haysiyetlerine uygun bir biçimde yaşamının önünü açtılar. Fakat 5199 sayılı yasa, İstanbul Sözleşmesi'nde de olduğu gibi kanun hükmünde kararname ve daha sonra yasalaşarak Meclis’ten geçti. Yasanın çıkarılma süreci ile İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedilme süreçleri birbiriyle benzerlikler taşıyor. Bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülkeydik. İstanbul Sözleşmesi'nde de o yasada da, içeriğini olumlasak bile, uygulamada ciddi sıkıntılar yaşandığını gördüm. Hayvan hakları alanında da aynı şey geçerli. Bu yasal düzenlemelerin boşluklarından faydalanan erkek egemen düşüncenin ürettiği tüm olumsuz eylem biçimlerine tanıklık etme imkânım oldu” dedi.   ‘Ötenazi ve uyutmak kelimeleri erkek aklın ürünü’   Barınakların gerçekte hapishane, uyutulma ve ötanazi ifadelerinin ise manipülasyon olduğunu ifade eden Esra Hızal, ötenazi kelimesinin kullanılmasının insan merkezciliği sürekli vurgulayan erkek aklın ürünü olduğunu söyledi. Bu kelimenin yasa tasarısına dahil edilemez olduğunu belirten Esra Hızal, “Nasıl oluyor da iradi bir durum gerektiren ve sadece insanlara özgü, ancak tıbbi anlamda öleceği kesinleşmiş ve dayanılmaz ıstıraplar çeken ve akli melekeleri yerinde olan insana özgü bu talebi hayvan için koyarlar? Yani bu bir intihara yardım talebidir. Dolayısıyla herhangi bir hayvanın bu türlü aşamalardan geçip kendisinin öldürülmesini arzu etmesi gibi bir iradesi yoktur. Bu sebeple de onun adına yaşatmakla yükümlü bütün yasaların temel amacı budur. Faşist anayasalarda dâhil olmak üzere bütün bu anayasaların temel prensibi yaşatmak üzereyken hayvanlar adına alınan bu karar, daha sonra ötenaziyi değiştirerek ‘uyutmak’ kelimesiyle makyajlamak ağır sorumsuzluğu ortadan kaldırmaz” sözlerini kullandı.   ‘Tahakküm kurulmak istenen tüm kesimler hedefte’   Bu tür yasal düzenlemelerin erkek egemenliğin kontrol ve tahakküm isteğinin sonucu olduğunu belirten Esra Hızal, “Eril akıl ve tahakküm aklı doğuştan kendisini üstün gören; doğayı, kadını ve dolayısıyla hayvanları dizginlemesi gereken varlıklar olarak görüp onları tehlikeli, kontrolsüz, tahmin edilemez varlıklar gibi etiketleyip, dilediği gibi düzenleyebileceği bir organizasyonun parçası kılmaya, kendini amade etmeye çalışır. Yasa yalnızca hayvanları değil, erkek egemen sistemin tahakküm kurmak istediği tüm kesimleri hedef alıyor. Kadın hareketini, LGBTİ+’nın kenarda bırakılan, görmezden gelinen ve her seferinde erkek egemen bariyerlere takılmak zorunda kalan; bulunduğu yerde yaşaması ancak onun kurallarına bağlı kılınan tüm varlıkların üzerinde etkin bir dizayn modelidir” dedi.   ‘Patriarkanın sterilizasyon takıntısı’   Patriyarkal sistemlerin sterilizasyon arzusu içerdiğini, bu sterilizasyon arzusunun gerçek anlamda bir temizlik değil, yine kontrol ve tahakkümle ilişkili olduğunu belirten Esra Hızal, sokak hayvanlarının hedefte olmasının da onların sterillik ve düzen takıntısına uyum gösterememesinden kaynaklandığını belirtti. Esra Hızal, “Mama yedikleri, su içtikleri yerlerin yeterince temiz olmaması gibi birtakım argümanlar üretilip durdu. Burada da sokak hayvanlarının dışarıda olmasının değil, aynı zamanda takıntılı yurttaşlarla da kişisel olarak mücadele edenlerle ben de dahil çokça kez karşı karşıya bırakıldık. ‘Evinizde besleyin, burası sokak hayvanlarının yeri değil’ diyorlar. Oysa adı üstünde sokak hayvanları” şeklinde konuştu.    ‘Kadını eve hapseden politikalarla aynı yerden besleniyor’   Selçuklulara kadar uzanan hayvanların varlığının önemli kültürel kodlar barındırdığının altını çizen Esra Hızal, 5199 sayılı yasanın hayvanları sokakta besleme imkânını verdiğini belirtti. Kamu sağlığına zarar vermeden yönerge çerçevesinde hareket edilmesine rağmen sokak hayvanlarının varlıklarına tahammül edilmemesinin, kadının kıyafetine hakaret edilmesinin aynı eril aklın devamı olduğunu vurgulayan Esra Hızal, “Sadece cinsiyetler içinde erkek olmak gerekmez, erkek aklının o öldürücü iklimini taşıyan her varlık için geçerlidir bu. Aynı şekilde kadının ev içinde kalması gerektiğini düşünen, kamusal alanda varlığını sürdürme imkânlarını sınırlayan hatta bazen bunu ortadan kaldırmaya dönük hapsetme politikalarıyla doğrudan ilintilidir” diye kaydetti.    ‘Doğa, hayvan ve kadın tüketilebilir nesneler’   Hiyerarşiyi geliştiren erkek egemen kültürün türcülüğün de temeli olduğuna işaret eden Esra Hızal, “İnsan-hayvan ayrımı, erkek-kadın ayrımı gibidir. Hatta bu bir silsile biçimdedir. İnsan-erkek bunların en üstünde; kadın, hayvan, doğa, ağaçlar diye alt alta gider, verimsizleşir, anlamsızlaşır ve erkeğin gözünde de tamamen tüketilebilir, nesneleştirilebilir ve kendisinin istediği gibi yontabilir varlıklara dönüşür” sözlerini kullandı.    ‘Meşrulaştırılmış şiddet kültürü’   Erkek egemen yapının şiddeti bir çözüm olarak sunduğunu ve hayvanlara yönelik şiddetin sistematik olarak meşrulaştırıldığını söyleyen Esra Hızal, önce ötenazi sonra uyutma diye inceltilen fiilin doğrudan bir iktidarın meşrulaştırılması için istenildiği gibi kullanılmasının meşrulaştırılmış bir şiddet kültürü oluşturduğunu ifade etti. Esra Hızal, “İstanbul Sözleşmesi’nden bir günde çıkılacağı, hayvan hakları 5199 Sayılı Yasa’nın hayvanlar adına yararı ortadan kaldıracağı bir yasa haline gelmesi boşu boşuna arka arkaya gelmiyor. Şu anda da mevcut gündemin de nasıl bir kararlılıkla her türlü muhalefetin, aslında muhalefet etme biçimlerinin tümüyle ortadan kaldırılmasına dönük bir tehdit dilinin erkek akılla doğrudan ilintisi var” dedi.    ‘Kapitalist zihniyet doğayı ve kadını maliyet hesabı üzerinden görüyor’   Talana açılmış yerlerde doğanın insana maliyetinin yapılmadığını dile getiren Esra Hızal şöyle devam etti: “Sadece Türkiye’de yaşayanları değil, dünya mirası olan, nefes almanızı sağlayan, onsuz yaşamınızın sürdürülmesinin mümkün olmadığı, insan varlığına ihtiyaç duyulmadığı halde sizin yarattığınız blokajla, ekonomik hırs, talan zihniyeti doğanın da varlığını tehdit altına alırken aynı sebeple kadının da hayatını tehdit altına alma hakkını kendinde görür. Çünkü bu maliyet hesabı üzerinden düşünür.”   ‘Ekofeminizm hem teorik alan hem pratik siyaset alanı sunuyor’   Doğadaki canlılara ve kadına yönelik şiddet arasındaki temel bağları açıklayabilmek için ekofeminist bağlantıların gerekli olduğuna dikkat çeken Esra Hızal, D’Eaubonne’un ekofeminizm kavramını ortaya koyduğunu, sadece teorik bir alan değil, pratik bir siyaset ve bilgi kuramı da olduğunu kaydetti. Esra Hızal, “Ekofeminizm bir uygulama alanıdır. Bu bağı açıklamak, yani doğadaki canlılara yönelik, doğadaki ve kentteki canlılara yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddet alanı arasındaki bağıntı, bize önemli bir hedef sunması açısından çok ciddi bir adres ve kaynak oluşturacak” sözlerine yer verdi.    ‘Patriarkaya göre hayvan ve kadın bedeni kullanılabilir nesneler’   Patriyarkal kültürde atlar, eşekler ve sokak hayvanlarının iktisadi olarak fayda alması için hazır bekleyen, erkeğin inisiyatifine ve ihtiyacına göre belirlenen ikincil varlıklar olarak nesneleştirildiklerini belirten Esra Hızal, “Kadın bedeni de hayvan bedeni de denetlenebilir, tüketilebilir, kullanılabilir nesnelerdir. Bu yüzyıllardır böyle; sadece Türkiye’ye, Ortadoğu ülkelerine has değil, Batı’da da durum bundan daha farklı değil. Veganizm, etin cinsel politikası ve vejetaryenizm hakkında da konuşmak gerekir. Çünkü bunlar da bence ekoloji, kadına ve hayvana yönelik şiddetin doğrudan bağlantılı olduğu temel kavramlar, temel uygulanması gerekli şartlardır” ifadelerine yer verdi.    ‘Hayvan kaçakçılığı, yaşam koşullarını denetleyen yasa yok’   Sahip olma ve kontrol etmenin gerektiğinde yok etme eylemini de içerdiğine değinen Esra Hızal, yasa çıkarılırken sokak hayvanlarının saldırıları, yol açtığı ölümler ve onların artık denetlenemeyen popülasyonunun öne atıldığını hatırlattı. Söylendiği gibi 4 milyon değil, daha az sayıda sokak hayvanının bulunduğunu ve ‘bakım evi’ denilerek güzellemelerin yapıldığı  barınakların aslında hapishaneler olduğunu ifade etti. Esra Hızal, “Cins diye adlandırılan ve alınıp satılan hayvanların cam kafeslerin altında tutuluyor, merdiven altında üretildiğine, dövüştürülüyor, maddi olarak nemalanıldığına şahit olduk. Ama bunlar hakkında hiçbir yasal düzenleme yapılmadı. Hâlihazırda kaçakçılığı devam etmekte; hâlâ pek çok AVM’de bu hayvanların alınıp satılmakta, daracık yerlerde, vitrinlerde satılabilecek elbise gibi sergilenmekte. Dolayısıyla bu denetim üzerindeki iktidarı kuran erkek aklın ve neo-liberalizm ve kapitalist aklın da beraberinde” sözlerini kullandı.     ‘Savaş dili ataerkiden bağımsız değil’   Savaş dilinin de ataerkiden bağımsız olmadığını paylaşan Esra Hızal, kadına yönelik şiddetin, namus ve ikiyüzlü ahlak politikalarıyla üretildiğini sözlerine ekledi. Kamusal alanda varlığını sınırlandıran hükümler getiren “namus”, “disiplin” gibi kavramlarla kadına yönelik şiddetin meşrulaştırıldığını kaydeden Esra Hızal, “Aynı şekilde doğaya da, hayvana da dönük olarak ‘temizlik’, ‘güvenlik’, ‘zaruret’ gibi kelimelerle perdelendiğini bilmekteyiz. Bütün bunlar eril söylemin, eril iktidarın ürettiği sahte meşruiyetlerdir” diye konuştu.    ‘Adem ve Havva mitosuna uzanan tahakküm düzeni’   Seslerinin bastırılması için kadın ve hayvanın ruhsuz ve sesi olmayan makineler olarak adlandırılışının, Batı felsefesinde ortaya konulan hayvanların dilsizliği, kadınların da dizginlenebilmesi şeklinde tezahür ettiğini söyleyen Esra Hızal, “Çünkü tahmin edilemez, aldatmaya meyilli varlıklar olarak görülen, cadılaştırılan kadınların doğayla ilişkilenen varlıklarının kontrol altına alınması, dizginlenilmesi daha tek tanrılı dinlerin mitoslarından itibaren, yani Adem ve Havva imgesinden itibaren varlığını sürdürmektedir. Hayvanlara yönelik katliam politikaları, bildiğimiz üzere sadece hayvanlara değil, yaşamı ve tüm çeşitliliği tehdit altına alır ve ortak varoluşumuzu tehdit eder. Bu politikaların ardında, aynı zamanda kadını bastıran, doğayı sömüren, farklı olanı tehdit eden bu türcü iktidarların temel prensiplerini içerimleyen bir dil vardır. Kadına, doğaya ve hayvana yönelik şiddet, aynı tahakküm düzeninin bir parçasıdır” ifadelerine yer verdi.    ‘Barınaklar ziyaret edilemiyor, yasa meşru değil’   Katliam sözcüğünün, 21. yüzyılda yasa başlığına yakıştırılabilecek şekilde meşrulaştırıldığını, bunun örneklerini Aladağ ve Konya’da kafasına vurulan hayvanlarda gördüklerini anımsatan Esra Hızal şunları dile getirdi: “Ümraniye’de aylardır yaşam nöbetlerini sürdürüyoruz. Eğer devlet size barınakların şahane dinlenme yerleri olduğu gibi bir güveni sunuyorsa, buraların belirli saatler içerisinde hem evlat edinebilme kuralları uyarınca ziyaret edilip, onlarla vakit geçirilebilmesi gerekir. Ama ne yazık ki durum böyle değil. Şiddet dilinin, Ümraniye dayanışma nöbetlerinde, Gebze’de de artarak devam ettiğini; görevlilerce yurttaşın temel hakkı olan, oradaki canlıların varlıklarının ne durumda olduğunu anlamaya dönük sorularını takip etme isteğinin ısrarla ve bazen şiddetle püskürtüldüğünü gördük. 5199 No’lu yasa varken, onun yerine yeni bir yasanın oluşturulma ihtiyacının neden olduğunu, sadece sokakların tehdit altına alındığı iddiasına nasıl inanırsınız? Bu konuda çalışmalar yapan doğa uzmanlarının, bilim insanlarının fikrine, akademik ve uygulama çalışmalarına rağmen gözünüzü kapatıyorsanız, niyetinizin hayvanların refahını düşünmek, sokaktaki insanların hayvanlar tarafından şiddete uğradığını söylemek olmadığı açıktır. Garip ve gizli yerlerden gelen, bu hayvanların nelere yol açtığına dair, onların yerlerinin işaret edildiği bir takım oluşumlar ortaya çıktı. Dolayısıyla tüm yaşam hakkı koruyucuları olan bilim insanlarının da varlıklarının içinde olduğu bir müzakere ortamı kurulmadıktan sonra, yaşamdan yana olmayan bu yasanın meşruiyetini kabul etmek imkânlı değildir.”   ‘Sokak hayvanları insan ve yaban hayatı arasında bariyer’   Uzmanların, sokak hayvanlarının yabani hayatla kent hayatı arasında çok ciddi bir barikat oluşturduğunu belirten Esra Hızal, onların kaldırılması halinde yaban hayatından kentlere gelebilecek bütün bulaşıcı hastalıkların ve başka yıkıcı sorunların oluşabileceğinin bilimsel verilerle ortaya konduğuna dikkat çekti. Esra Hızal, “Sokak hayvanlarının yerlerinden edilerek barınaklara sıkıştırılması, hem onların hayatını tehdit edecek olması hem de yaban hayatını şehir hayatıyla uyumlu olmayan canlı türlerinin yaşamını riske atacak. O kadar önemsediğiniz insanın hayatını da riske atacak; mikroplar yoluyla, onlar orada yaşamayacağı için başka türlü saldırganlıkları ortaya çıkaracak. Nitekim orada bulamadıkları yiyecekler sebebiyle kente inen pek çok yaban hayvanının varlıklarına da şahit olduk” dedi.    ‘Ekofeminizm: yeni bir çevre düşüncesi ve siyaseti’   Ekofeminizmin doğa, kadın ve çocuğa yönelik şiddetin unsurlarının, eril tahakkümle ilişkisinin anlatıldığı önemli bir kılavuz olduğunu, kadınlar ve feministler için ilham verici bir adres olduğunu dile getiren Esra Hızal, “İlk kez 1974 yılında Françoise d’Eaubonne tarafından bu terim kullanılıyor. Çevresel sorunları ele almak için geleneksel bilimsel verilerin, yani bilimin yeniden revize edilmesi gerektiğini savunur. Mevcut ekonomik yaklaşımların, özellikle neo-liberal politikaların ötesine geçen ve bunu bir çatışma alanı görüp bütün tahakküm ve sömürme biçimlerini güçlendiren bir sorun olduğunu da ortaya koyar. Sadece kadına dair değil ya da kadının özgürlüğüne dair bir yoldan değil; çevre, çocuk, hayvan ve tüm canlılara karşı adaletli davranmanın mecbur kalındığı, aslında bunun tartışmaya açılmadığı bir dünyaya; çevreye, kadına ve toplumsal cinsiyet merceğinden bakmanın da bir yolu olarak görülmelidir. Çevreyle ilişkiyi kurmanın yolunu göstermek, bunun da adil olma şartını ortadan kaldırmayan, tüm canlı türlerine karşı bir adalet duygusuyla, haysiyetlerine uygun biçimde davranmayı ön koşul kabul eden ilham verici bir siyaset yapma biçimi”diye kaydetti.    ‘Cezasızlığın önüne geçecek bir aktivizm’   Yasanın zorba ve her anlamıyla kuşatılmış kötülük ürettiğini, ancak olumlu kısmının ayrışmış ve birbiriyle ilişkilenmeyen aktivizm kanallarının buluşmasını sağlamak olduğunu belirtti. Nöbetlerin devam edeceğini ve yasal haklarının ne olduğuna dair bilinçlendiklerini belirten Esra Hızal şu sözleri kullandı: “Baro Hayvan Hakları biriminin sahada ve eylemde dayanışma içindeyiz ve bu durum güven veriyor. Yakın zamanda baronun yine Ankara’da, özellikle hayvan haklarıyla birlikte bütün ihlal edilen yaşam hakları üzerine yaptıkları çok kıymetli oturumlar silsilesi oldu. Mutlaka kadın, çocuk haklarıyla birlikte hayvan haklarının da neden bir politik mücadele yürütülmesi, ya da neden politik olduğunun anlatılması gerekiyor. Ortak nesneleştirmeye karşı; kadının, doğanın, hayvanın ve çocukların erkeğe hizmet eden varlıklar olarak görülmesine; hayvan, kadın ve çocuk bedeninin bu kadar istismara açık hale getirilmesine, cezasızlığa karşı aktivizme ihtiyacımız var. Erkek fail lehine yasal düzenlemeler olmaması için etki yaratacak aktivizm içeriklerine ihtiyacımız var.”   ‘Şiddetsiz sömürüsüz dünya için yaşamdan yana organizasyon’   Korkuyla imtihana tabi tutulmalarına rağmen itaat etmeyi reddeden, tüm mücadele etme alanlarındaki insanları bir araya getiren iklimi yaratan süreci devam ettirmekte kararlı olduklarına işaret eden Esra Hızal, “Sönümlenmesine müsaade etmemek gerekiyor. Bunun için her türlü katılımcıya ihtiyaç var. Şiddetsiz ve sömürüsüz dünyanın kurulabilmesi, öyle bir iklim yaratılabilmesinin ekofeminist çerçeveden tutun da, bütün yaşam imkânlarını yaşamdan yana organize etmek, savaş dilinden uzaklaşmak, kamunun amacının yaşatmak olduğu fikrini asla akıllardan çıkarılmaması gerek” diye ekledi.    ‘Cadılaştıranlara karşı mücadele devam ediyor’   Yaşamanın özünü kavramış şifacı kadınların 17’nci yüzyıldan itibaren cadı olarak görüldüğünü belirten Esra Hızal, ekofeminist düşünür Carolyn Merchant’ın, doğanın bu tarihten itibaren cadılaştırılarak katledildiğini söylediğini hatırlattı. Sokaktaki aktivistlerin de, başıboş köpeklerin de cadılaştırılmasını sağlayan zihniyetin varlığını reddettiklerini dile getiren Esra Hızal, “Geçmişteki cadılarla aynı kaderi paylaşmaya itilmesine rağmen, o cadıların da diğer kadın cadılar gibi hak ettikleri saygıyı, uygun bir biçimde davranılmasını ve insan denen mahlûktan korunmasını; ama bazı insanlarca, kadınlarca da kim bu mücadeleye girişmek istese de varlıklarıyla tüm bu talana karşı sürdürebilecek olduğunu ve bu yolları anlamaya, birbirimizle tartışmaya, uygulamaya dökmeye kararlı olduğumuzu söylemek isterim” diye konuştu.