Ferman hikâyesi: Zamanın sandıklarında saklanan çocukluğum (3)

  • 09:01 31 Temmuz 2022
  • Portre
 
Okulda esaret zamanından zincirli hücreye
 
Rojbîn Deniz
 
ŞENGAL - DAİŞ’in esir aldığı çocuklardan biri olan Samar,  DAİŞ tarafından her türlü zulme tanıklık ediyor. Kaçırıldıktan bir süre sonra Türkmen bir DAİŞ emirinin evine “hizmetçi” olarak götürülüyor: “Bana bir hücre vermişlerdi. Dar ve hiç ışık görmeyen bir yerdi. Sadece dışarıdan içeriye küçük bir delikten ışık sızıyordu. O hücrede beni kaçmayayım diye hizmetçilik bittikten sonra zincirliyorlardı.”
 
Şengal’de 74’üncü ferman ile gerçekleştirilen soykırımın 8’inci yıldönümü. 3 Ağustos 2014’te başlatılan soykırım süreci, birçokları için unutulmuş olsa da Êzidîler için, özellikle Êzidî çocuk ve kadınlar için nesilden nesle aktarılması gereken, tarihsel bir dönüm noktası… Bu süreci, DAİŞ’in işkence uygulamalarını, şimdi 18 yaşında olan Samar’dan dinlemeye devam ediyoruz. Söz Samar’da.
 
Kadınlar, sadece çocuklarının kokularını yanlarına alabildi
 
“Nenemi götürdüler. Nenem bizim için çok önemliydi ve bize güç veren, koruyan kişiydi. Onun yokluğu bizi çok etkiledi. Yengemle kaldık. Yengem de hamileydi ve durumu çok iyi değildi. Bizi bir süre o köyde bıraktılar. Bizim kaldığımız evde bir televizyon vardı. Komşularımız kanalları yapmıştı ve bize de verdiler. Onların kanalını izliyorduk. Kanallarında gruplar halinde insanları bıraktıklarını gösteriyorlardı. Bu bizi çok sevindirdi. Böylece nenemin fidye karşılığında bırakıldığını anladık.  Kendi kendime, ‘Vicdanlı davrandılar’ dedim. Bu bize biraz umut oldu. Ertesi gün gelip yengemi ve kaldığımız köydeki tüm kadınları toplayıp götürdüler. Yengemi Reqa’ya götüreceklerini söylediler ve alıp gittiler. Yengem hala dönmedi. Yengem gençti, üç çocuğu ve aynı zamanda karnında bir çocuğu vardı. Onu götürdüklerinde çocukları çok ağladı. Annelerinin, gözlerinin önünde götürülmesi onlara ağır geldi. Yengem çığlıklarla, çocuklarının ellerini bırakmıyordu. Götürülen tüm kadınlar feryat figan ağlıyor, geride bıraktıkları çocuklarının kokularını içlerine çekiyorlardı. O gün hepimiz çok ağladık.  Yengemin küçük çocukları saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladı.
 
Çocukların gözü önünde yaşıtları katledilir 
 
Biz, arkada kalan çocukların hepsini, kadınlar götürüldükten sonra toplayıp götürdüler. Bizi Tilafer’in kırmızı okuluna götürdüler. Okulun adı Heyil Wahid’di. Biz çocukları bir yıl orada tuttular. Bize o okulda eğitim veriyorlardı. Bize Kuran’ı öğrettiler, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur hepsini zorla öğrettiler. Bize Müslümanlığı öğreterek bizi Müslüman yapıyorlardı. İçimizde çok küçük çocuklar da vardı ve o çocukların çoğu Ezdalık nedir bilmiyorlardı. Ben de çok bilmiyordum ama en azından Êzidî olduğumu biliyordum. Nenem bizi sürekli tembihleyip, ‘Ne olursa olsun inancınızı bırakmayacaksınız. Onların söylediğini sizi öldürmesinler diye yapın ama yüreğinizin değişmesine izin vermeyin’ diyordu. Ben o eğitimler boyunca nenemin o nasihatini hiç unutmadım. Bazı çocuklar ‘Ben Müslüman değilim, senin dediğini yapmam’ dediğinde, onu orada vuruyorlardı. Bir kere bizim gözümüzün önünde bir çocuğu vurdular, çocuk yere düştü ve oracıkta can verdi. Hepimiz çok korktuk. Aslında o güne kadar hepimizin gözleri önünde vurulan bir sürü insan olmuştu ve biz de buna alışıyorduk. Ama yine o okulda gözümüzün önünde bir çocuğun vurulması çok acıydı. Ondan sonra bize ne söyleseler yapıyorduk.
 
Katlettikleri çocukların videosu izletiliyordu
 
Öldürdükleri her çocuğun videosunu çekiyorlardı. Okulda büyük bir televizyon vardı ve hepimizi o ekranın karşısında toplayıp, o videoyu izletiyorlardı. Neyin ne olduğunu bilmiyorduk ama o görüntüler ürkütücüydü ve bunu bizi korkutmak için yapıyorlardı. Ramazan ayı geldiğinde bize, ‘Hepiniz oruç tutacaksınız’ dediler. Biz de ‘Bizim orada 3 gün oruç tutuyorlar ve biz onları bile tutmadık, 30 taneyi nasıl tutacağız’ dedik.  Bize, ‘Hepiniz tutacaksınız buna mecbursunuz’ dediler. Ertesi gün, gün boyunca bize yemek vermediler. Zaten normalde bize pek yemek vermiyorlardı. Aslında hep oruçluyduk. Orada bizimle ilgilenen birçok DAİŞ’li kadın vardı. O gün yani Ramazan’ın ilk günü, bize yemeği Ayşa ve Fatma adındaki DAİŞ’li kadınlar getirdi.  Bir tepsi dolusu dolma getirdiler. Hepimiz çok aç olduğumuz için yemeğe koştuk. Ramazan dışında da bize çok fazla yemek ve su vermezlerdi. Bazen öyle oluyor ki haftada bir yemek veriyorlardı. O açlıkta bize getirilen dolmalar çok güzel görünüyorlardı. 100’den fazla çocuktuk ve hepimiz o yemeği yedik. Yemekten sonra hepimiz fenalaştık. Meğer yemeğin içine zehir koymuşlar. Çocukların yarısı öldü. Ben de çok yedim. Hepimiz bayılmıştık. Sonra bizi hastaneye kaldırdılar. Bize bakan DAİŞ’li kadınların bir bölümü, ‘Bunlar kafirlerin çocuklarıdır, Ramazan ayında öldürürsek cennete gideriz’ düşüncesiyle bizi öldürmek istemişti. Sonuçta yarıdan fazla çocuk öldü. Biz kurtulanları sonra okula geri getirdiler. 
 
Saçlarımızı kestik, bizi götürmemelerini sağladık
 
Reqa’dan bazı DAİŞ’liler gelmişti ve yanlarında küçük kızları götürmek istiyorlardı. 9 ve 15 yaş arası kızları almak için bir sürü para veriyorlardı. Necva ile bir plan yaptık ve bir biçimde saçlarımızı kesip, kendimizi erkeklere benzetecektik. Bunun için gidip mutfaktan bir bıçak almamız gerekiyordu. Necva her zaman benden daha cesaretli ve girişkendi. Planımız, mutfağa bakan kadını ben konuşmaya tutacaktım, Necva da arkadan mutfaktan bıçağı çalacaktı. Neyse ki başarılı olmuştuk ve bıçağı alabilmiştik.  Hamama kendimizi kapattık ve orada saçlarımızı kestik. Orada kalan DAİŞ’liler de sürekli değişiyordu, onun için kimse saçlarımızı kestiğimizi fark etmedi. Erkek elbiselerini de giyerek erkek çocuklarına benzemiştik. Ben ve Necva’nın planları bitmemişti. Deli rolü yapacaktık ve Reqa’dan gelen DAİŞ’lilerin bizi götürmemelerini sağlayacaktık.  Özellikle DAİŞ’liler geldiğinde tam deli gibi oluyorduk. Reqa’dan gelen DAİŞ’liler bazı çocukları seçtiler ve götürdüler. Bizi seçmediler hatta bakmadılar bile.
 
Necva’yı aldılar…
 
Beni genelde ismimden kaynaklı seviyorlardı. Benim adımı değiştirmediler ve ‘Samar Arapça bir isimdir’ dediler. Necva’nın adını değiştirip, Fatma koymuşlardı. Ona Fatıma diyorlardı. Bir gün bizi DAİŞ’lilere vermek için kura çekileceği söylendi. O kura listesinde ben ve Necva’nın da isimleri vardı. Çünkü o liste, biz biçimimizi değiştirmeden önce yapılmıştı. Öldürmek, hizmetçilik, cariyelik için kuralar çekilecekti. Kuralar DAİŞ’lilerin isimlerine göre yapılıyordu. DAİŞ’liler gelip kendileri kura çekiyordu. Necva’nın ismi çıktı ama onun isminin ne için çıktığını bilmiyorum. Tahminimce hizmetçilikti. İsmi ne için çıkmışsa o DAİŞ’li onu uygulayacaktı.
 
Yapayalnız kalmıştım
 
Til Binat’ta okula giderken, tembelliğimi aşıp çalışkan bir çocuk olduğumda, babam bana hediye olarak bir takım küpe almıştı. O küpeler ferman olduğu zaman kulağımdaydı. DAİŞ’lilerin vahşetini görünce gizlice kulaklarımdan çıkartıp saklamıştım. Necva giderken arkasından koşarak gitmek istedim ve bir DAİŞ’li bana çok sert bir biçimde vurdu. O esnada elimdeki küpenin bir teki yere düştü.  Diğer elimde bir peçete parçası vardı. DAİŞ’liler o küpenin düşen tekini fark etmeden, hızlı bir hareketle, peçete parçasının içine alarak, Necva’nın arkasından koştum ve omuzu üzerinden eline, kimsenin fark etmeyeceği bir şekilde bıraktım. Sadece kısa bir süreliğine göz göze geldik.  Ona hızlı bir şekilde, ‘Bu sende kalsın’ dedim. Ona sarılmak istedim ama birden arkamdan beni geriye çeken bir el hissettim. Boylu boyunca yerdeydim. Necva’yı götürdüler. Daha önce dayımın diğer çocuklarını da götürmüşlerdi ve şimdi Necva’yı da götürünce tek kalmıştım. Necva’yı götürdüklerinde çöktüm, yapayalnız kalmıştım. Bundan sonra onsuz nasıl olacaktı bilmiyordum. 
 
Gittiği evde Türkçe konuşuluyor
 
İki gün geçmedi, dayımın en küçük oğlunu Rıdvan’ı geri getirdiler. Çok korkmuştu, tir tir titriyordu. Ona bir şeyler yapmışlardı ve hiç konuşmuyordu. Üzerindeki kıyafetler çok kirliydi, üzerini değiştirdim ve bedeninde morlukları gördüm. Küçük çocukların dişlerini söküp kulaklarına takıyorlardı. Ona da öyle yapmışlardı.  Onu uyutmak için yere uzattım, tam o esnada oranın DAİŞ emiri olan Ebu Ayşa, arkamdan saçlarımı tutup, arkasından sürükleyerek arabasına bindirdi. Beni evine götürdü. Beni götürdüğü ev Türkçe konuşuyordu. Bana ‘Sen de Türkçe konuşmayı öğreneceksin, mecbursun. Sana bir kimlik yapacağız, sen de bu evin çocuğu gibi olacaksın’ diyorlardı. Beni esas olarak evine hizmetçi olarak almıştı. Beni evine götüren Ebu Ayşa, Tilafer’in DAİŞ emiriydi ve bir eli yoktu. Gerçek ismi Hisen Ehmed’di. DAİŞ’e gelmeden önce Musul’da yaşıyormuş. Tilafer Türkmenlerindendi ve Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Bir Türk gibi konuşuyordu, belli ki orada çok kalmıştı. Onun evinde herkes bir tek Türkçe konuşuyordu hatta Arapça konuşulduğunda kızıyordu. Bana da Türkçe konuşmam gerektiğini söyledi. Evliydi, çocukları vardı. Kızı Ayşe, oğulları Ali ve Mumin olmak üzere toplam üç çocuğu vardı.
 
Hücrede tutuluyor
 
Ailenin geneli bana çok kötü davranıyordu. Bana bir hücre vermişlerdi. Dar ve hiç ışık görmeyen bir yerdi. Sadece dışarıdan içeriye küçük bir delikten ışık sızıyordu. O hücrede beni kaçmayayım diye zincirliyorlardı.  Hizmetçilik işi bittikten sonra beni zincirliyorlardı. Bir süre sonra onlar gelmezse de ben kendimi zincirliyordum.  Kontrol ediyorlardı, eğer kendimi zincirlememişsem bana işkence yapıyorlardı. Yerde betonda yatıyordum. Haftada bir bana yemek veriyorlardı ve o da kuru ekmekti. Hayvanların önüne attıkları yemek artıklarını bile bana vermiyorlardı. Ben bazen farelerin mutfaktan kendileri için kaçırıp getirdikleri yiyecekleri alıyordum.  O evde bir tek fareler bana dosttu, arkadaştı.” 
 
Yarın: Zulamızda gülüşler