Nuray Çevirmen: İmralı intikam infaz sistemi olarak hukukun dışındadır

  • 09:01 26 Ağustos 2024
  • Güncel
 
Melek Avcı
 
ANKARA - İHD Ankara Şube Eşbaşkanı Nuray Çevirmen, görülecek olan AKBK toplantısına ilişkin değerlendirmelerde bulunarak, “Bir kişiye siz savunma hakkı vermediğiniz müddetçe onu hukuk alanının dışında tutmuş oluyorsunuz, sadece bir intikam infaz sistemi yaratmış oluyorsunuz. Cezanın da dışına çıkarsınız hukukun da dışına çıkarsınız” dedi.
 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 18 Mart 2014 tarihinde PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın şartlı salıverilme hakkına sahip olmaksızın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edilmesini (umut hakkı) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) aykırı bulmuştu. Kararın üzerinden geçen 10 yıla rağmen Türkiye tarafından herhangi bir adım atılmazken tecrit daha da derinleştirildi. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK), 17-19 Eylül arasında yapacağı toplantıda, AİHM’in ihlal kararlarını gündemine alacağını duyurdu. Komite, söz konusu toplantıda AİHM’in ihlal kararlarının ve gerekliliklerinin uygulanıp uygulanmadığını denetleyecek.
 
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD), İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) ile Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı (TOHAV) da toplantı öncesi Bakanlar Komitesi'ne yazılı bildirimde bulunarak, Türkiye’ye gerekli mevzuat değişikliklerinin yapılması için baskı oluşturulmasını talep etti.
 
Eylül toplantısı öncesi İHD Ankara Şube Eşbaşkanı ve Hapishaneler Komisyonu Sözcüsü Nuray Çevirmen değerlendirmelerde bulundu. 
 
* Öncelikle “umut hakkı” nedir ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan tutsakların elinden bunun alınması mümkün müdür?
 
Bir mahpusun cezaevine girdikten sonra denetimli serbestlik ya da koşullu salıverilmesiyle birlikte ne zaman tahliye olacağını bilmesi gerekir. Hiçbir şekilde ne zaman tahliye olacağını bilmeyen, ağırlaştırılmış müebbet cezasıyla süresiz bir şekilde onu cezaevinde tutmak işkence ve kötü muameleye girer. O nedenle mutlak suretle tüm mahpusların ne zaman tahliye edileceklerini bilmesi gerekir. Bu da “umut hakkı” çerçevesinde değerlendirilen bir durum ve her mahpusun da hakkıdır. Zaten bu da gerekli uluslararası sözleşmelerle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlarla açıktır. Ancak ne yazık ki Türkiye’de bu uygulamanın dışında tutulan mahpuslar var. 
 
“Mandela Kuralları’na göre bir mahpusu 22 saat, maksimum 15 gün boyunca tek başına bir yerde tutabilirsiniz, onun dışında tutamazsınız. Şu anda Türkiye’de S tiplerini de hesaba kattığımızda 43 hapishanede mahpuslar genel olarak tekli odalarda tutularak sürekli uygulanan bir hücre cezasıyla infazlarını devam ettiriyorlar.”
 
* Bu yaz ayında Avrupa kurumlarından tecride ve Türkiye’deki ağırlaştırılmış müebbet tutuklularına ilişkin iki önemli açıklama gördük. İlki Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik “umut hakkı”nın yeniden ele alınacağına ilişkin, ikincisi ise BM’nin işkenceye karşı gözlem raporu. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
 
Aslında insan haklarına dair pek çok sözleşme var, pek çok yasa var. Gerek uluslararası gerekse ülkelerin kendi yasal çerçeveleri içerisinde yasaları, kanunları var. Ancak Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerde insan haklarıyla ilgili her türlü kural, sözleşme, kaide ne varsa uygulanmıyor. Otokratik bir yönetim biçimi içinde olan devletlerde ne yazık ki bu uygulamıyor, hukukun dışına da hem devletin kendi uygulama alanları çıkıyor hem de bu açıdan mağdur olan insanlar hukukun dışına itilmiş oluyor. BM’nin raporları açıklandı, tavsiye kararları da verildi. O tavsiye kararlarının içinde gerçekten çok önemli kararlar da var; özellikle bizim sürekli olarak dile getirdiğimiz yüksek güvenlikli cezaevlerinde mahpusların tekli hücrelerde tutulmasını bir hücre cezası olarak niteleyen bir karar da var. Çünkü Mandela Kuralları’na göre bir mahpusu 22 saat, maksimum 15 gün boyunca tek başına bir yerde tutabilirsiniz, onun dışında tutamazsınız. Şu anda Türkiye’de S tiplerini de hesaba kattığımızda 43 hapishanede mahpuslar genel olarak tekli odalarda tutularak sürekli uygulanan bir hücre cezasıyla infazlarını devam ettiriyorlar. Bunların içerisinde ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olanlar da var. Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü hem umut hakkı bağlamında zaten bir hak ihaleline uğruyor hem de infaz biçimi açısından yoğun bir hak ihlali ve tecride maruz kalıyor.
 
“Aslında bizim pek çok uluslararası sözleşmeye imza atmamız, kararların, içtihatların olması Türkiye’de siyasal iktidar açısından bir caydırıcı mekanizma halinde değil. Bilakis bu mekanizmalara karşı bir duruş da söz konusu.”
 
Yine bu Eylül ayında görülecek olan toplantı esnasında değerlendirme yapılacak. Abdullah Öcalan, Hayati Kaytan, Ciwan Boltan ve Emin Gurban ile ilgili kararlar da var. Abdullah Öcalan’la ilgili 2014 yılında alınmıştı, diğerleriyle ilgili de 2015 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3’üncü Maddesi’ne aykırı uygulamadan kaynaklı olarak bir ihlal kararı verilmişti ama 10’uncu yıla girildi. Türkiye tarafından herhangi bir değerlendirme yapılmadı, verilen cevaplarda da İmralı Ada Hapishanesi’nde uygulanan infaz sistemi bunun dışında tutularak cevap veriliyor ne yazık ki. Aslında bizim pek çok uluslararası sözleşmeye imza atmamız, kararların, içtihatların olması Türkiye’de siyasal iktidar açısından bir caydırıcı mekanizma halinde değil. Bilakis bu mekanizmalara karşı bir duruş da söz konusu. Türkiye’nin en üst yargı mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin bile kapatılmasını ifade eden ya da AYM’nin kararlarını bile kabul etmeyen bir sistemle karşı karşıyayız.
 
“Bir kişiye siz savunma hakkı vermediğiniz müddetçe onu hukuk alanının dışında tutmuş oluyorsunuz, sadece bir intikam infaz sistemi yaratmış oluyorsunuz. Cezanın da dışına çıkarsınız, hukukun da dışına çıkarsınız, şu anda İmralı’da uygulanan sistem hukuka dahil olan bir sistem değil bu tecrit biçimiyle.”
 
* Bu kurumlardan gelen açıklamaların yanı sıra CPT’nin İmralı ziyaret raporlarını açıklamaması hala gündemdeyken Azerbaycan için açıklamalar yaptığına tanık olduk. Bu çifte standart ve hukuk sistemine nasıl bakıyorsunuz?
 
CPT’nin periyodik olarak Türkiye’deki hapishaneleri habersiz ziyaret etme hakkı da var. Aynı zamanda İmralı Ada Hapishanesi’ne belli zamanlarda gitti ama en son Türkiye’ye geldiklerinde bizle de görüşme yapmışlardı ve biz de diğer tüm hapishanelerde yaşanan hak ihlallerini aktarmakla birlikte mutlaka İmralı’ya gidilmesini ifade etmiştik. Ancak nerelere gideceklerini bildirmedikleri için yapılıp yapılmayacağı konusunda bizim bir bilgimizi olmadı. Daha sonra bir açıklama yaptılar. O açıklamayı gördüğümüzde İmralı Ada Hapishanesi’ne gitmediklerini gördük. Uzun zamandır, 42 aydır Abdullah Öcalan ve arkadaşlarından hiçbir şekilde haber alınamıyor. Mutlak bir iletişimsizlik hali söz konusu, yani bu tecrit halini ifade edebilecek gerçekten kelime yok. Bu kadar hukukun dışına itilmiş bir ceza infaz sistemi de mümkün değil. Dünyanın hiçbir yerinde yok ve olmaması da gerekir. Aile görüşü yok, avukat görüşü yok, çeşitli gerekçelerle disiplin cezası verildiği söyleniyor ama hiçbir şekilde savunma hakkı tanınmıyor. Bir kişiye siz savunma hakkı vermediğiniz müddetçe onu hukuk alanının dışında tutmuş oluyorsunuz, sadece bir intikam infaz sistemi yaratmış oluyorsunuz. Cezanın da dışına çıkarsınız, hukukun da dışına çıkarsınız, şu anda İmralı’da uygulanan sistem hukuka dahil olan bir sistem değil, bu tecrit biçimiyle. O nedenle CPT’nin görevlerini yerine getirmesi gerekir. Ancak dünyadaki konjonktüre baktığımız zamanda ekonomik işbirliklerin, kapitalist sistemin birbiriyle bağlantı içinde olması insan hakları ihlallerini görünmez hala getiriyor. Ağır insan hakları ihlallerini normalleştiren bir yerde duruyor. Aynı zamanda Türkiye’de ikili bir hukuk sistemi var. Dünyanın Türkiye’ye bakış açısıyla ya da uygulamasıyla, başka ülkelere bakışı ve uygulamasıyla birlikte de bir ikili durum söz konusu; Türkiye’ye yapılmayan yaptırımlar bunu ifade ediyor.  Bence, mevcut olan koşullarda değerlendirdiğimizde ülkelerin birbiriyle olan ilişkileriyle ilgili olarak ekonomik anlamda, mevcut olan sistem anlamında bu şekilde değerlendiriyorum. Yoksa gerçek anlamda bu kurumlar insan haklarını önceleyen bir yerden politikalarını üretmiş olsalar bugün Türkiye de dahil olmak üzere devletler bu insan hakları ihlallerini uygulamayacaklardır.
 
“Türkiye tarafından olumlu bir şekilde değerlendirilip de ele alınır mı, bu konuda çok da umutlu olduğumu söyleyemem ama en azından bu konunun değerlendirilmesi, 10 yıllık süre zarfında neden hiçbir şekilde ele alınmadığının konuşulması gerektiğini düşünüyorum.”
 
* Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Eylül toplantısına sivil toplum örgütleri olarak bildirimde bulunuldu, İHD de bunun içerisinde. Bu toplantı genel olarak demokrasi ve insan hakları açısından neden önemli? Buna nasıl hazırlık yapılmalıdır?
 
İlk bildirimler 2021 yılında yapılmıştı iki kez, yine İHD’nin de içinde bulunduğu kurumlar ancak aradan geçen süre zarfında zaten AİHM’in vermiş olduğu ihlal kararının ardından da 10 yıllık bir süre geçti. Ne yazık ki Türkiye herhangi bir adım atmadı. O nedenle bu Temmuz ayında yapılan son bildirim çerçevesinde de ele alınacağı ifade edildi. Yani bu konunun konuşulması gerekiyor, irdelenmesi, bu ihlal kararlarıyla ilgili Türkiye’nin neden adım atmadığıyla ilgili kamuoyunda gerçekten bu konuya önem verilmesi, dikkat edilmesi gerekiyor. Gündeme taşınması gerekiyor. Çünkü yoğun olarak uyulmayan bir hak ihlali söz konusu, insanların yaşamlarını olumsuz etkileyen bir durum. Sadece kişilerle ilgili de değil. Bir yerde başladığı zaman ihlal, bütün kesimlere yayılabilme riski söz konusu. O nedenle mevcut olan ihlalleri de bir şekilde sonlandırmanın yolu aranmalı. Tekrar değerlendirme toplantısıyla ilgili tüm hukuk örgütlerinin de bu konuya dikkat etmesi gerekiyor, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin, bu konuya duyarlı olan, insan hakları alanında çalışma yürüten kesimlerin de. Nasıl bir sonuç çıkacağını açıkçası bilmiyorum. Türkiye tarafından olumlu bir şekilde değerlendirilip ele alınır mı bu konuda çok da umutlu olduğumu söyleyemem ama en azından bu konunun değerlendirilmesi, 10 yıllık süre zarfında neden hiçbir şekilde ele alınmadığının konuşulması gerektiğini düşünüyorum.