Sosyalist doğulmaz, olunur (2)
- 09:03 24 Ekim 2025
- Jineolojî
"Kadınların direniş hattı, tarih boyunca toplumsal mücadelelerin önemli bir parçası olmuştur. Özellikle sosyalist ideolojiyle yola çıkan pek çok sosyalist önder, kadının ezilmişliğini politik bir hat olarak belirleyip kadın haklarını savunarak toplumsal devrimin bir parçası hâline getirmiştir."
Fatma Koçak
Birinci Enternasyonal’de 1860’lı yıllarda Fransız anarşist-sosyalist Proudhon ve takipçileri, kadının devrimdeki yeri konusunda oldukça geri bir pozisyondadır. August Bebel’in önderlik ettiği yarı Marksist gruplarla dönemin anarşist yapıları arasında 1875’te Gotha Kongresi’nde kadınların devrimdeki yeri konusunda tartışmalar yaşandı. Bebel, resmi parti programının bir parçası olarak kadınlara eşit haklar verilmesini önerdi. Ancak kongre, kadınların eşit haklara henüz hazır olmadığı yönündeki bilindik iddiayı yineleyerek bunu reddetti. Sol ideologlar ve hareketlerin de erkek egemen karakterinde, kadını bir özne olarak ele almak ve kadının üretim araçlarıyla ilişkisini analiz etmek yerine, onu işçi sınıfı içinde hakları teslim edilecek bir nesne olarak görme eğilimi belirgindir. “Kadın” kimliği üzerinden ezilme biçimini açıklamaz; bunu proletaryanın sermaye tarafından ezilmesinin bir uzantısı olarak değerlendirirler. Kadınların özgürlük sorununun kapitalizm öncesi ya da sonrası toplumlarda da devam ediyor olması, ideolojik gerekçelerle geçiştirilir. Kadın sorunu denilen binlerce yıllık erkek egemen inşanın, kapitalizmin ortadan kalkmasıyla giderileceği tezi hakimdir ki böylece kadın mücadelesi tamamen anti-kapitalist alana çekilmeye çalışılır. Bu, doğru bir teorik mücadele hattı olmakla birlikte, Marksist teoride özgürlük sorunun çözümü konusuna bütünlüklü olarak verilecek cevap sınırlıdır.
Karl Marx, teorisinin başına yerleştirdiği işçi sınıfını insanlığın kurtuluşunun etkin öznesi, kendi dışındaki emek dünyasını da kontrol altına alma çabasıyla bütün sınıfların kurtuluşunun taşıyıcısı olarak konumlandırıyordu. Bugün bile hala geçerliliğini koruyan “kadının özgürlük düzeyi toplumun özgürlük düzeyini belirler” (Marx, Karl, 1844 El Yazmaları) tespitine rağmen, kadınların tarihsel ezilmişlik konumunu esas alan bir inceleme geliştirmedi. Marx, kadınların ezilmişliği durumunu yüzeysel ele almış ve adeta teğet geçmiştir. Bu nedenle devrimin öznesi olma konusunda işçilere verilen etkin rol, kadınlara hiçbir anlamda verilmemiştir. Agust Bebel’in Kadın ve Sosyalizm ile Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserleri, kadınların toplumsal eşitsizlik içinde nasıl konumlandırıldığını daha detaylı bir şekilde ele almıştır.
Engels’e göre, kadınların ezilmesi, özel mülkiyetin gelişmesiyle başlamış ve tarih boyunca erkek egemen sistemler tarafından güçlendirilmiştir. Özellikle ailenin tarihsel olarak çözümlenmesi, kadın özgürlük perspektifi açısından önemli tespitler barındırır: “Ev idaresi kamusal değerini yitirmiştir. Artık toplumu ilgilendirmez. Özel bir hizmete dönüşmüştür. Evli kadın baş hizmetçi olmuş, toplumsal üretime katılmaktan tümüyle dışlanmıştır... Modern tekil bir aile, açık ya da örtük ev içi köleliğine dayanır ve modern toplum, parçacıkları bu modern tekil ailelerden oluşan bir kütledir. Günümüzdeki haliyle hiç değilse mülkiyet sahibi sınıfların büyük bölümünde, koca hayatını kazanmak ve ailesine bakmak zorundadır. Tek başına bu bile, hiçbir yasal unvana ve ayrıcalığa gerek kalmadan onu üstün konuma getirir. Aile içinde koca burjuvadır, karısı proletaryayı temsil eder.” (Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devleti Kökeni)
İnsanın insanla dolaysız, doğal ve zorunlu ilişkisi aynı zamanda erkeğin kadınla ilişkisidir. Bu temel ilişki, insan doğasının ne derece insan için doğa olduğu ve doğanın ne kadar insan doğası hâline geldiğini gözler önüne serer. Diyalektik rahatsızlıklar, bu ilişki üzerinden ortaya çıkar ve gözlemlenebilir bir olguya dönüşür. İnsanın bütün gelişim düzeyi, bu ilişkiden hareketle değerlendirilebilir. İnsanın türe ait bir varlık olarak kendinin farkına varma derecesi, bu ilişkinin niteliğine göre belirlenir. Aynı zamanda, insanın gereksinimlerinin derecesini ve hem bireysel hem de toplumsal bir varlık olarak başkalarına ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu gösterir. Tarihsel çözümlemelerinin derinliği, bilgi birikiminin genişliği ve yazılarının şekillenmesinde sunduğu katkılara rağmen Karl Marx ve Friedrich Engels, 19. yüzyılın iki burjuva erkeğiydi. Dünyayı belirli bir bakış açısıyla gördüler. Eğer onlar kadın olsalardı, kadınların özgürleşmesi konusunda son sözü söyleme hakkına sahip olurlardı demek doğru olmaz. Ancak, kadınların durumunu kaçınılmaz olarak erkek bakışıyla gördüler; emekçi kadınları ise orta sınıf erkeğinin perspektifiyle değerlendirmek zorundaydılar. Bu, nasıl gördüklerini, nereye baktıklarını ve en önemlisi de nasıl yaşadıklarını doğrudan etkiledi.
Tüm dünyayı etkileyen Marksist teorinin yaratıcısı olarak Karl Marx’ın kadınlarla kurduğu ilişkilerin izdüşümünü, yakın dostu Engels dahil dostlarıyla yazışmalarında görmek mümkündür. Marx, bu mektuplarda kadınların kamusal politik alanda var olma mücadelelerine ilişkin kimi zaman destekleyici, kimi zaman alaycı, kimi zaman ise ‘burjuva” olmakla yaftalayan bir dil kullanmıştır. (Mary Gabriel, Aşk ve Kapital). Marx’ın kadınlara yaklaşımdaki bu çelişkili tutumu aile ilişkilerinde de belirgindir. Aristokrat bir aileden gelen eşi Jenny’yi bazen düşüncelerini paylaştığı bir “yoldaş” bazen ise “fedakâr anne” sıfatlarıyla tanımlamıştır. Tabi bu tanımlamaların hiçbirinde, Jenny’nin bir kadın olarak birey olma gerçeğine rastlanmaz. Marx’ın baş eseri Kapital dahil yazılarını düzenleyen, kopyalayan ve kitlelere ulaşmasını sağlayanın Jenny olduğu bilinir. Ayrıca birçok eserini de İngilizce’ye çeviren de yine o olmuştur.
Jenny'nin katkıları genellikle gölgede kalsa da Marx'ın fikirlerinin yayılmasında ve geliştirilmesinde büyük bir etkisi olduğu biliniyor. Uzun yoksulluk içinde geçen yıllarında iki çocuğunu bakımsızlıktan kaybeden Jenny’nin tarihi metinlerdeki rolü ise “sadık”, “cefakâr”, “destekçi”, “iyi eş” ve “aldatılan eş” olarak belirlenmiştir. Kuşkusuz, bu rolün belirlenmesinde Marx’ın dönemin geleneksel erkek rollerini aşmayan tavrının belirleyici etkisi vardır. Engels, Jenny’nin cenaze töreninde şu konuşmayı yapar: “Jenny, kocasının alınyazısına, çalışmalarına, dövüşmelerine yalnız katlanmakla kalmadı, en bütün anlayışla, en sıcak hırsla katılmayı da bildi. Brüksel’de çıkan karışıklıklar üzerine, yalnız Marx değil, karısı da yok yere zindana atıldı… Jenny Marx, iki oğlunu, bir kızını öldüren maddi ıstıraplara katlandı. Dünyada en büyük mutluluğu başkalarını mutlu kılmakta bulan bir tek kadın varsa, o da Jenny’dir.” (Hikmet Kıvılcımlı, Marks’ın Özel Dünyası)
Kadın mücadelesi bu konuşmada, eşe, aileye, devrime ve çocuklara adanmışlık üzerinden tanımlanmıştır. Bu ifade, sosyalist mücadele içinde kadına biçilen "devrimin anası", "fedakâr eş", "iyi bir yoldaş", "devrimci bacı" gibi rollerin günümüze kadar gelen modelini oluşturduğunu söylemek abartı olmaz. Yine eleştirilerine rağmen “Tek eşli evliliği tarihsel olarak ileriye doğru atılmış bir adım” olarak niteleyen ve komünizm düşmanlarının “kadın toplumun ortak malıdır” söylemine karşı tek eşliliği yücelten politik söylemlere de sarılan Marx’ın, özel hayatında Jenny’yi aldattığı bilinen bir gerçek. Jenny’nin yardımcısı olan Helen Demuth ile ilişkisi ve bu ilişkiden doğan çocuklarının varlığı, ev içindeki geleneksel erkek rolünü sorgulamaktan uzak bir tutum sergilediğine yönelik önemli bir veri sunar.
Jenny’nin kızı Eleanor’un dönemin bir başka sosyalist tipolojisi Edward Aveling ile yaşadığı trajik birlikteliği ve nihayetinde intiharı, tarihsel olarak bilinen olaylardan biridir. Eleanor, daha dürüst bir yaşam biçimini ve daha büyük bir sevgi olasılığını yakalamış olmasına rağmen, "özgür" kadınların ikilemi ile karşı karşıya kalmıştır. Eleanor’un trajedisi, mevcut ataerkil dünyanın içinde romantize edilmiş ancak özünde sosyalist etikten yoksun ilişkilerin alabildiğine sürdüğü bir çağda, erkek gerçeğine öz savunmasız bir şekilde teslim olan bir kadının aldığı darbe karşısındaki güçsüzlüğü ve yenilmişliğinin trajedisidir.
Engels, kadınların özgürleşmesini savunmasına rağmen, hayatının büyük bölümünü Mary Burns ve Lizzy Burns ile geleneksel bir ilişki içinde geçirmiştir. Burjuva bir erkek olarak işçi kadınlarla kurduğu ilişkiler, görünürde "özgür ilişki" olarak adlandırılsa da özünde ezen-ezilen sınıf ve cinsiyet hiyerarşisini yeniden üretmiştir. Zengin bir sosyalist erkek ile alt sınıftan bir kadın arasındaki ilişkide, kadın özne olarak değil, tarihsel bir ikonun nesnesi olarak şekillenmiştir. Engels’e dair araştırmalarda, Mary ve Lizzy sadece "sevgili" sıfatı ile anılır. Bu da dönemin sosyalist erkek karakterlerinin kadınlara bakışı hakkında önemli ipuçları sunar. Engels’in bu ilişkileri, sosyalist etik bağlamında ele alındığında, teorik söylemleri ile pratik yaşamı arasındaki tutarsızlıkları açığa çıkarır. Bir burjuva erkeğinin özgürlük anlayışı, kadınlar adına söz söyleyen ancak kadınları nesneleştiren bir pratiğe dönüşmüştür. Engels’in kendisi, ev içi baskıdan cinselliğin yabancılaşmasına, cinselliğin metalaşmasından ev işleri angaryasına, dayatılan geleneksel aile kültürünün ikiyüzlülüğüne kadar kadınlara uygulanan baskıyı çeşitli biçimlerde çözümlemiştir ki bugün hala bu çözümlemelerin geçerliliği ve referans alınma durumu vardır. Tüm bu ilerici düşünsel tahlillere rağmen, kişisel (özel) yaşamında kadın-erkek ilişkileri bakımından dönemin sınıfsal kültürel geleneklerini aşamadığı tespiti abartı olmayacaktır.
Sosyalist tarihin kronolojisine uygun şekilde, sosyalist erkek-devrimci kişiliklerin kadına yönelik teorik pratik hattını takip ettiğimizde, 20’nci yüzyılın başında gerçekleşen Ekim Devrimi’ni ele almak gerekiyor. Hem hak temelli feminist mücadele hem de sosyalist hareketler içindeki kadınların yoğun mücadelesi sonucu, 1900’lerin başına geldiğimizde sosyalist partilerde kadınların özgün özerk örgütlenmesi hoş görülmekle birlikte, bunun bir zorunluluk olduğu kabul edilmemiştir. Hatta bazı sosyalist deneyimlerde özgün örgütlenmeler, devrimin bir parçası olarak güçlü şekilde savunulurken, proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla bu örgütlenmeler dağıtılmıştır. Bunun en bariz örneği, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşundan 14 yıl sonra “Artık Sovyet kadınının kurtuluş sorunu kalmadı” denilerek, Ekim Devrimi’nin önemli kadın kazanımlarından biri olan Komünist Parti’nin kadın birimi Genothel’in tasfiye edilmesidir.
Kadınların direniş hattı, tarih boyunca toplumsal mücadelelerin önemli bir parçası olmuştur. Özellikle sosyalist ideolojiyle yola çıkan pek çok sosyalist önder, kadının ezilmişliğini politik bir hat olarak belirleyip kadın haklarını savunarak toplumsal devrimin bir parçası hâline getirmiştir. Ancak burada sorgulanması gereken, “kadınların kurtuluşu” söyleminin ne kadar araçsallaştırıldığı ve ne kadar gerçek özgürlük eksenine oturtulduğudur. Yani burada asıl arayışında olmamız gereken durum, kadının devrimci mücadelenin öznesi yapılıp yapılmadığıdır.
Bu soru bağlamında Ekim Devrimi’ne giden süreci, bir kadın devrimi süreci olarak değerlendirebiliriz. Öncesi de olmakla birlikte, 1905 yılından itibaren Rusya’da kadınlar "Kadınlara Eşit Haklar Birliği" adıyla özgün örgütlenmeye gitmişlerdir. Birliğin birinci kuruluş kongresinde, oy hakkı talebinin yanında işçi ve köylü kadınlar için “Eşit işe eşit ücret” ve ana-çocuk sağlığının parasız hale getirilmesi talepleri ön plana çıkmıştır. Bu oluşum, daha sonra sosyalist ve burjuva kadınlar olarak ikiye bölünür. Sovyet Devrim Partisi’ne 1901-1916 yılları arasında kadınların katılım oranı yaklaşık %30 civarındadır. 1917 Ekim Devrimi’ni başlatanlar da kadın işçiler olmuştur. Tekstil fabrikalarında çalışan işçi kadınlar, delegeler seçerek komşu fabrikalara gidip grevi örgütlemişlerdir. Troçki bu durumu şöyle ifade eder: “Devrim, aşağıdan başlayan, kendi devrimci örgütünün direnişini kıran işçi sınıfının en çok baskı gören ve ezilen kesiminin kadın tekstil işçilerinin inisiyatifi ele aldığı bir devrimdir.”
*Yazının üçüncü bölümü haftaya yayınlanacaktır.
*Bu yazı, Jineolojî dergisinin “Demokratik Toplum Sosyalizmi” dosya konulu 35. sayısından kısaltılarak alınmıştır.







