Sorunlar ve çözüm perspektifleri (2)

  • 09:01 9 Ocak 2024
  • Dosya
Hegemonya inşasında cumhuriyetin kurgulanışı!
 
HABER MERKEZİ - Türkiye’de cumhuriyetin kurulması ve hegemon güçlerin sistem inşasına dikkat çeken Abdullah Öcalan, günümüzde de sitemin devamında AKP’nin kurgulanması ve rolüne vurgular yapıyor ve “Ulusal ve bölgesel düzeyde yaşanan temel sorunlar ancak demokratik modernite ile köklü çözüm şansına kavuşabilir” diyor. 
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürt sorununun siyasi çözümü için dünyaca tanınmış birçok filozof, aydın, siyasetçi, akademisyen, yazar, gazeteci “Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa siyasi çözüm” kampanyası başlattı. Dünyaca tanınmış isimlerin kampanya başlatması ve bu kampanyanın giderek yayılmasının nedeni Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinin evrenselliği ve günümüzde yaşanan temel krizlerin de çözüm perspektifi sunmasından kaynaklandığına ilişkin yoğunca değerlendirmeler yapılıyor. 
 
Abdullah Öcalan’ın  “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” (Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak) isimli kitabında günümüz Orta Doğu ve Kürt sorununun ortaya çıkışı,  ulus-devletlerin şekillenmesi ve buna ilişkin çözüm perspektifi ortaya koyması birçok kesimin dikkatini çekiyor. Dosyamızın bu bölümünde Türkiye’de cumhuriyetin şekillenmesi, Kürt sorunu ve çözüme ilişkin değerlendirmelere yer vereceğiz.
 
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı
 
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve cumhuriyetin kurulmasına ilişkin koşulları değerlendiren Abdullah Öcalan, “Osmanlı İmparatorluğu İslâmî hegemonyanın son büyük temsilcisiydi. Önce Bizans hegemonyasına, sonra başını Habsburg Avusturya’sının çektiği Avrupa Haçlı hegemonyasına, ayrıca kuzeyden Rus Çarlığı’nın güneye doğru yayılışına, en son İngiliz hegemonyasına karşı savaşlarla geçen altı yüz yılın sonunda yıkıldı” diyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının Almanya ile yapılan ittifaka bağlayarak yapılan değerlendirmelerin yanılgılı olduğunu söyleyen Abdullah Öcalan, Almanya’nın kazanması durumunda bile imparatorluğun yine de dağılacağına işaret ediyor.
 
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da önce Hıristiyan halkların, sonra müttefikleri olan komünistlerin, İslâm ümmetçilerinin, Çerkezlerin ve Kürtlerin tasfiyesine, Yahudi-Siyonist milliyetçiliği ile Türk bürokratik burjuvazisinin ittifakına bağlamak mümkündür” diyen Abdullah Öcalan, şunları belirtiyor: “İngiltere hegemonyasında kurulan bu ittifakla Ortadoğu’da İsrail’in oluşumuna giden yolda önemli bir kilometre taşı döşenmişti. Bütün göstergeler Türkiye Cumhuriyeti’nin minimal gerçeğini Protoİsrail’e bağlamaktadır. Kuzey Kürdistan’da Kürt varlığının tasfiyesiyle Güney Kürdistan’da minimal bir Kürt siyasi oluşumuna gidilmesi de Cumhuriyet’in Proto-İsrail rolüyle yakından bağlantılıdır. O dönemin konjonktürü bunu emretmektedir. Arapların çok sayıda ulus-devletçiğe bölünmesi de İsrail’in oluşumuyla bağlantılıdır. Günümüzde yeni kurulmakta olan Filistin ve Kürt ulus-devletçikleri de aynı program kapsamındadır.
 
Türkler ve Kürtlerin tarihsel geleneği…
 
1919-1922 Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda iki temel unsur olarak rol oynayan Türkler ve Kürtlerin bu tavrı tarihsel geleneklerine uygundu. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı hanedanlıklarında görüldüğü gibi, kurulan tüm iktidar-devlet oluşumlarında ortak bir tutum benimsemişlerdi. 19. yüzyılda her iki tarafla oynayan İngiltere hegemonyasının etkisiyle bu ortaklık bozulmak istendiyse de, bunda başarılı olunamadı ve ortaklık sürdürüldü. Dizginleri Yahudi milliyetçiliği ve masonluğun ellerinde olan Jön Türklerin, sonraki adlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komplo ve provokasyonları da aynı tarihsel ortaklık geleneğini bozamadı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferini belirleyen de son tahlilde bu tarihsel ortaklıktı.
 
Asli kurucu Kürtlerin varlığının yadsınması
 
Burada sorulması gereken temel soru, dokuz yüz yıllık stratejik müttefik ve cumhuriyetin asli kurucu unsuru olan Kürtlerin varlığının neden yadsındığıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurgulanış mantığını çözümlerken, Fransız ve Rus devrimlerindeki Yahudi milliyetçiliğinin etkisini ve sermayesinin gücünü kesinlikle hesaba katmak gerekir. Bilindiği gibi Fransız kralları katı Katolik olup Yahudi aleyhtarıydı. Orta Çağ’dan beri Yahudileri gettolara kapatmada ve antisemitizmi geliştirmede önemli rol oynamışlardı. Rus Çarları da katı Ortodokslardı ve Katoliklerden daha fazla Yahudi pogromlarında (katliamlarında) rol oynadılar. Gerek Yahudi entelektüelleri (Yazarları da diyebiliriz; daha önceleri peygamber unvanını taşıyorlardı) gerekse Yahudi sermayedarları (Tarih boyunca marjinal sermayenin önde gelen birikimcileriydi) bu krallık hanedanlarını iyi tanıyorlar ve bunlara diş biliyorlardı. Uygun buldukları zamanda bunlardan intikam almak için bileniyorlardı. Fransız ve Rus devrimleri onlara bu fırsatı fazlasıyla sundu. Her iki devrime de boşuna burjuva devrimleri denmemiştir. Devrimlerin ideolojik ve pratik hazırlanışında etkindiler. Her iki kralın idam edilmesinde ve devrimlerin burjuvazinin hegemonyasında gelişmesinde rolleri katalizör düzeyinde belirleyiciydi.
 
Londra-Amsterdam hattı
 
Şüphesiz bunların etkileri niceliklerinden değil niteliklerindendi. Kaldı ki, burjuvaziye öncülük edecek kadar sermaye ağırlıkları da vardı. Londra-Amsterdam hattında bir hegemonik yükselişi yaşayan Protestan Anglosaksonlarla ittifaklarının her iki devrim üzerindeki etkisi oldukça yüksekti. Liberal veya reel sosyalist çizgide gelişen devrimlerin arkasındaki temel itici güçlerdi. 
 
Anglosakson Protestan burjuva ulus-devletçiliği Avrupa’daki Katolik ve Ortodoks imparatorlukları hegemonik amaçlarla yıkıp parçalarken, temel yol göstericileri ve müttefikleri Yahudi entelektüelleri ve sermaye güçleriydi. Yahudi entelektüellerinin ve sermaye güçlerinin etkisini hesaba katmadan, Avrupa burjuva devrimlerini çözümlemek çok yetersiz ve dogmatik kalacaktır. Anglosakson ulus-devlet hegemonyasına karşı çıkan Prusya burjuvazisiyle (Alman Habsburg hanedanlarınca yönetilen İspanya ve Avusturya Katolik imparatorluklarını da buna eklemek gerekir) Rus Çarlığı ve burjuvazisinin Yahudilere karşı soykırımlara kadar varan tavırlarının altında, giriştikleri hegemonik savaşları kaybetmelerinde Yahudilerin bu iki yönlü etkisinin, yani Anglosakson ulus-devlet projesine ve kapitalist moderniteye sundukları desteğin belirleyici rol oynadığına inanmaları yatar. Aynı hususlar Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü için de geçerlidir, hatta daha fazla geçerlidir. Çünkü İmparatorluk 1896’da toplanan ve Filistin’i Yahudi anayurdu olarak kabul eden Siyonist Kongre’nin kararları önünde bir engel konumundaydı. Yahudi militanlar ve sermaye sahipleri önce dostlukla Abdülhamit’ten Filistin’e Yahudi göçünün yolunu açmasını istediler. Abdülhamit istedikleri gibi davranmayınca (Yine de Yahudilerle sıkı fıkıydı) veya yaptıkları yetersiz kalınca, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuran (Dönemin İngiliz Elçisi, Jön Türklerle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara gelişini Yahudilerin imparatorluğa el koyuşu olarak değerlendirir) Jön Türkler İmparatorluğu etkileri altına aldılar. İkinci Meşrutiyet (1908) ve 31 Mart 1909 darbeleriyle Abdülhamit’i de tıpkı Fransız Kralı ve Rus Çarı gibi etkisizleştirdiler. Cumhuriyetin kuruluşuyla Anadolu ve Mezopotamya’daki etkilerini zirveye çıkardılar. Çok daha çarpıcı olan bir benzerlik daha vardır. Fransız ve Rus devrimlerindeki demokratik ulusçuların yani komünarların, Sovyetçilerin ve radikallerin tasfiyesiyle ulus-devlet diktatörlüklerinin kurulması tarzındaki gelişmenin Türkiye Cumhuriyeti’nde de tekrarlandığını görmekteyiz. Fransız Devrimi esas olarak halkın demokratik ulusal devrimiydi. Babeuf ve Robespierre gibi önderler bu gerçeği kanıtlar. Tıpkı Kral 16. Louis gibi onların da başlarının giyotinle kesilmesi, ulus-devletçi diktatörlüğe giden yolda atılan temel bir adımdı. Ulus devlet Anglosakson modelinde geliştiği gibi, onların fiili denetiminin etkisini de taşıyordu. Tarihçilerin üzerinde birleştikleri görüş, Fransız Devriminin ulus-devletçilikle sonuçlanmasının İngiliz Anglosakson kapitalizminin hegemonik güç haline gelişinde en büyük adımlardan biri olduğudur.
 
İttihat ve Terakki’nin kontrolü ele geçirmesi
 
Tam olmasa da, aynı görüş Rus İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrasında kurulan Rus ulus-devleti için de ileri sürülebilir. Devrimin başlangıcında sadece Çarlık tasfiye edilmedi, demokratik Rus ulusçuluğu da Sovyetler Birliği somutunda tasfiye edildi. İyi bir Rus demokratik ulusçusu yani Sovyetçisi olan Kropotkin bizzat Lenin’e, Sovyetlerin ulus-devlet diktatörlüğüne kaymaması konusunda öneri ve uyarıda bulunmuştu. Daha sonra Rus ulus-devletinde olup bitenler Kropotkin’in öneri ve uyarılarını haklı çıkarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda kademeli olarak önce kontrolü, sonra iktidarı eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, özünde Yahudi militanları ve sermaye güçlerinin ideolojik ve pratik öncülüğünü ifade eder. Cemiyette diğer milliyetlerden kurucular ve yöneticilerin rolü belirleyici değildir. Türk ve Kürt katılımcılar da buna dahildir. Türk ve Kürt öğeler daha çok Yahudi etkinliğinin maskeleyicisi rolünü oynadılar. 
 
Cumhuriyetin kuruluşundaki demokratik yön
 
Kuruluşunda cumhuriyetin ulusal kurtuluşçu yönü kadar demokratik kurtuluş yönü de vardı. Devrim olarak başlangıçta demokratik ulusal güçlerin ittifakı ile başarılmıştı. Komünistler, İslâm ümmetçileri, Çerkezler, Kürtler ve Türklerden oluşan bir ittifak söz konusuydu. Fransız ve Rus devrimlerinde olduğu gibi Anadolu devriminde de demokratik ulus karakterli yapı komplocu yöntemlerle diktatoryal ulus-devlete dönüştürüldü. Burada da başrolü oynayan İngiliz hegemonyacılığıydı. Fakat Cumhuriyet ulus-devletçiliğinde sadece demokratik ulusal unsurlar tasfiye edilmedi. Yine öncü rol oynayan beş paşadan Mustafa Kemal dışındakilerin tasfiyesiyle de yetinilmedi. İngiltere’nin yeniden düzenlemek istediği Orta Doğu’daki minimal (İngiliz hegemonyasında kalacak büyüklükte ulus-devletler) ulus-devlet sisteminin köşe taşlarından olan Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Kurtuluş Savaşında düşünülenden çok farklı biçimde âdeta yeniden tasarlanıp inşa edildi. İsrail’in kuruluşuna giden yolda Proto-İsrail olarak kurgulandı.
 
Musul-Kerkük meselesi
 
Musul-Kerkük meselesi (Kürdistan’ın parçalanması) bu konuda bir manivela olarak kullanıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın önüne konulan ‘ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemi bu anlama gelmekteydi. Burada da bir taşla iki kuş vuruluyordu. Hem Musul-Kerkük ellerinden alınıyor (Misak-ı Milli’ye aykırı olarak), hem de orada İsrail’in kuruluşuna giden yolda bir ikinci Proto-İsrail Kürt oluşumunun temeli atılıyordu. Büyük Kuzey Kürdistan parçası ise Cumhuriyet tarihi boyunca kan revan içinde bırakılarak kıpırdayamaz hale getiriliyordu. Kendi ümmet dincileri, baş müttefikleri komünistler ve Kürtlerle sürekli kavgalı olan, onların varlığını sürekli inkâr eden, sık sık provokasyonlarla imha ve idam eden bir Cumhuriyet’in gelişme ve büyüme şansı elbette olamazdı. Küçük bir azınlık olan bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi unsurların bu yeni sınıf jargonuna Beyaz Türkler denilmektedir. Bunlar laik milliyetçiliği çok katı bir din olarak benimseyip Cumhuriyet’in tüm demokratik unsurlarını ötekileştirmişlerdi. Cumhuriyet tarihi bu özün korunmasından ibarettir. Menderes, Özal, Erbakan ve Ecevit gibi bazı devlet adamları Cumhuriyet’in bu özünü biraz aşıp içerde demokratikleştirme, dışarıda ise Orta Doğu’da minimalizmi aşıp maksimize etme sürecine girmek istediklerinde hemen tasfiye edildiler. Minimal diktatoryal özün ‘tunç kanunu’ ısrarla korundu. Bunun için Kürtlere, Müslümanlara ve Komünistlere, hatta Çerkezlere yönelik provokasyonlar ve komplolarla tasfiyeler sürekli gündemde tutuldu. Katliamlar, tutuklamalar ve idamlar hiç eksik olmadı. NATO’ya girildi. 1952’den bu yana Türkiye’yi fiilen Alman merkezli Gladio adlı gizli NATO ordusu yönetti. Ordu vesayeti ve darbeleri denilen süreçlerin arkasında hep Gladio vardı. Gladio yönetimi için sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt gerginlikleri sürekli çözümsüz bırakılarak askeri ve sivil diktatörlüğe gerekçe kılındı. 1925’ten sonra benzer rolü Kürtlere yönelik provokasyonlar oynuyordu. Soğuk savaştan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni roller biçilmek istendi. Ne de olsa İsrail’in kuruluşu tamamlanmış, Orta Doğu’daki hegemonya ilerleme sağlamıştı. Sovyet Rusya tehdidi ortadan kalkınca (1990), Ortadoğu’da ABD’nin tam hegemonyası için tarihî gün doğmuştu.”
 
Yeni strateji ve taktik ihtiyacı
 
ABD’nin tam hegemonyası ve İsrail’in kurulmuş olmasının “güvenlik” sorununu çözmediğine dikkat çeken Abdullah Öcalan bunun nedenini de, “Arap milliyetçiliği tarafından her an yutulabilir . Bunun için kalıcı müttefiklere, yeni strateji ve taktiklere ihtiyacı vardı. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nde Beyaz Türk ulus-devletçi diktatörlüğün oynadığı rolü bu sefer Kurdistan’da Beyaz Kürt ulus-devletçiliği oynayacaktı” şeklinde değerlendiriyor. 
 
1990’lardan günümüze…
 
Dönemlerin birbiri ile bağına değinen Abdullah Öcalan şöyle diyor: “1990’lar dönemi ikinci bir 1920’ler dönemidir. 2000’lerin başlangıç yıllarındaki İkinci Körfez Savaşı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, kapitalist dünya hegemonyası (önder güç ABD) için yeni bir düşman belirleme sorununu ortaya çıkarmıştı. Sonuçta İsrail’in güvenliği temel alınarak, İslâm radikalizmi yeni tehdit veya düşman olarak ilan edildi. Açığa çıkan bu yeni gerçeklik İsrail’in bölgedeki konumu üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. İsrail’in inşası herhangi bir bölge ulus-devletinin inşası değildir, olamaz da. İsrail sadece bir Yahudi ulus-devleti de değildir. Böyle anlamakla yetinilemez. İsrail’in kuruluşuna giden süreci yeniden göz önüne getirdiğimizde, Siyonist Kongre’nin toplanması (1896), Sultan Abdülhamit’in kıskaç altına alınması (1876-1909), İkinci Meşrutiyet darbesi, 31 Mart 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşü, 23 Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi, 1914’te bir oldu bittiyle Birinci Dünya Savaşı’na girilmesi, Sykes-Picot Antlaşması temelinde Orta Doğu’nun İngiltere ile Fransa arasında parçalanması, Balfour Deklarasyonu (1917 Filistin’de bir Yahudi yurdunun, İsrail’in kurulması planı), Filistin’de İngiliz mandacılığının kurulması ve TBMM’nin ilanı (aynı tarih, 1920), Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan Antlaşması’nın kabulü ile birlikte Beyaz Türk ulus devletçiliğinin demokratik ulus cumhuriyetçiliğini tasfiye edip (Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki ittifakı dağıtma ve azınlık diktatörlüğünü kurma) CHP diktatörlüğünü kurması (1923), 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’in provoke edilmesiyle Kürt katliamları sürecinin başlatılması (1925-1938), İngiltere-TC ittifakı (1939), İsrail’in kuruluşunun resmen ilanı (1948), TC’nin NATO’ya girişi (1952), 27 Mayıs darbesi (1960), 12 Mart darbesi (1971), 12 Eylül darbesi (1980), Çiller-Demirel darbesi (1993), Çevik Bir darbesi (1997) ve en son Ecevit’e darbe ve AKP’nin hükümete getirilişi (2002), bunlara ek olarak Birinci (1990) ve İkinci Körfez Savaşları (2001’de görünüşteki Afganistan’ın işgali aslında İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali için bir prova niteliğindedir) gibi olayların ve benzer birçok olayın birbirine zincirlemesine bağlı ve İsrail eksenli olduklarını görürüz. Ayrıca bölgede kurulan ulus-devletleri de (Bunlar için ayrı bir bölüm ayırmak gerekir) bu olaylar bağlamında düşünmek ve bu zincire eklemek gerekir. Kilometre taşları niteliğindeki tüm bu olayların iç bağlantısına girmeden rahatlıkla diyebiliriz ki, İsrail’in inşa süreci bölgede Anglosakson hegemonyasının gelişmesinin temel göstergesi durumundadır. İsrail, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinçli yıktırılışından sonra bölgenin yeni hegemonyasının çekirdek gücü olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. İngiltere-ABD hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Orta Doğu için odur. İsrail küçük bir Yahudi ulus-devleti değildir sadece, aynı zamanda büyük bir hegemonik güçtür.
 
Yeni baş düşmana göre kurgulanış
 
AKP hükümetinin damgasını vurmaya çalıştığı cumhuriyetin temel kurgulanışı değişmemekle birlikte, hegemonik sistemin yeni baş düşman tespitine göre kısmi bir dönüşüme uğratılmaktadır. 1920’lerde esas olarak İsrail’e giden yolda bir ön oluşum olan laik ve milliyetçi cumhuriyet, 2000’lerde İslâm radikalizmi ile İran ve Arap milliyetçiliğini İsrail’e yönelik tehdit olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir Ilımlı İslâm Türk Cumhuriyeti’ne dönüştürülmek istenmektedir. CHP’nin damgasını vurduğu Birinci Cumhuriyet döneminde, esas olarak toplumda egemen olan İslâm ümmetçiliği laik-ulusçu devletle tasfiye edilmek istenmiştir. Altı yüz yıllık İslâmî hegemonik güç olan Osmanlı sultanlarının aynı zamanda halife unvanını da ellerinde bulundurmaları, cumhuriyete güçlü bir İslâmî ümmetçi miras bırakmıştır. İslâm âleminde bu İslâmî ümmet bütünlüğü korundukça, İngiliz hegemonyasının ve bunun bölgedeki çekirdeği olacak İsrail’in inşası son derece güç olacaktı. Laik ulusçu CHP diktatörlüğü altındaki cumhuriyete biçilen rol, bu ümmetçi bütünlükte parçalanmaya giden yolu açmasıydı. İngiltere ulus-devlet silahını bu amaçla dünyanın birçok köşesinde kullanmıştı. Orta Doğu için de bu son derece gerekli ve etkin bir silah olacaktı. 
 
Cumhuriyetin demokratik ulus temelinden koparılışı
 
Cumhuriyetin demokratik ulus temelinden kopartılıp, acele ve çok kanlı biçimde katı Beyaz Türk ulus-devletine dönüştürülmesi ancak bu stratejik rolü ile izah edilebilir. Daha sonraki kilometre taşı niteliğine sahip gelişmeler bu strateji doğrultusunda olacaktır. 1920’lerde ulus-devlet olarak cumhuriyetin önüne konulan ikinci misyon, Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’ya yönelik yayılmasını ve ayrıca cumhuriyet Türkiye’sinde komünizmin gelişmesini önlemeye yönelikti. Türkiye’nin iç ve dış politikası esas olarak bu iki temel amaca göre şekillenmişti. 
 
Eksik halka!
 
Denetleyici güç İngiltere idi. 1979’da İran İslâmî Devrimi ve aynı tarihte Afganistan’da başlayan Sovyet Rusya işgali bölgede tesis edilen ulus-devlet dengesini kökten sarsmıştı. Birinci Cumhuriyet döneminde Orta Doğu’da İngiliz ve ABD himayesinde kurulan ulus-devlet dengesi İsrail bağlamında tamamlanmıştı. Eksik halka Kürt ulus-devletiydi; o da kurulma aşamasındaydı. Şu hususu önemle belirtmek gerekir ki, 1979 İran İslâmî Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline kadarki süreçte, Orta Doğu’da İsrail (müttefikleri İngiltere ve ABD ile ortak olarak) hegemonyasında ulus-devlet dengesine varılmıştı.
 
İsrail’in varlığının süreklilik kazanmasının sistem için önemi
 
Orta Doğu’daki ulus-devletçiliğin iddia edildiği gibi bağımsız ulus gereği olmayıp kapitalist modernitenin bölgedeki hegemonik hesaplarına uygun olarak düzenlenmiş olması, İsrail’in hegemonik çekirdek güç olarak varoluşunu gayet iyi izah etmektedir. Orta Doğu’da ulus-devlet sistemi İsrail’in gerçekleşmesinin önkoşulları niteliğinde olup hegemonyanın, dolayısıyla İsrail’in varlığının süreklilik kazanması için gerekli bir sistemdir. Sistemin bu mantığı Türkiye Cumhuriyeti’ne ilişkin minimalizmi de gayet iyi açıklamaktadır.
 
1980 darbesi sistemin çıkarı gereği idi
 
1979’lardan itibaren sisteme yönelik olarak iki kanaldan gelen tehdit (Sovyet Rusya ve İslâmî İran) Türkiye Cumhuriyeti’ndeki dönüşümün temel dış nedeni olmakla birlikte, içte üst boyutlara varan demokratik ulus muhalefeti de tehdit teşkil etmekteydi. Bu iki tehdit yüzünden zaten güçlü bir konumda olan Gladio çerçevesinde 12 Eylül 1980 darbesinin gerçekleştirilmesi sistemin vazgeçilmez çıkarları gereğiydi. Birinci Cumhuriyet döneminin laik ulusçu ideolojisi yeni tehditler nedeniyle yetersiz kalmaktaydı. Türk-İslâm sentezi her iki tehdidi önlemek açısından gerekliydi. İkinci Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisinin Türk-İslâm sentezi olarak geliştirilmesi bu bağlamda anlamını bulur. İran İslâm radikalizmine Türkiye’nin ılımlı Türk-İslâm sentezciliği ile yanıt verilecek, ayrıca demokratik ulus hareketleri de faşist terörle imha edilecekti. Gladio’nun denetiminde esas olarak bu iki yönlü iç ve dış tehdide karşı böylesi bir darbe cumhuriyetiyle İkinci Cumhuriyet ile yanıt verilecekti.
 
AKP İkinci Cumhuriyet’in CHP’si olarak tasarlandı
 
Uygulamalar da bu yeni ideolojik konsept temelinde oldu. AKP 1980’de başlayan İkinci Cumhuriyet döneminin daha yaygın ve oturmuş aşamasının hegemonik partisi olarak tasarlandı. İkinci Cumhuriyet’in temel iç ve dış politikalarına bağlı, ama artık hegemonyasını tamamlamak isteyen bir parti olarak kurgulandı. Bir nevi İkinci Cumhuriyet’in CHP’si olarak tasarlandı. Geçen sekiz yıllık uygulamaları da bu ifadeyi doğrulamaktadır. Günümüzde AKP’nin İsrail’le yaşadığı yapay çelişkiler kimseyi şaşırtmamalıdır. Aralarında hiç çelişki olmadığı da iddia edilemez; fakat bu çelişkiler aynı hegemonik sistem içinde çözülebilir çıkar çelişkileridir. Birinci Cumhuriyet döneminde de Proto-İsrail olarak ciddi ve kanlı geçen çelişkiler yaşanmıştı. Genç Türk bürokrat burjuvazisi Yahudi sermayesiyle olan ittifakını sürekli kendisinden yana yontmaktaydı. Yahudilerin, Masonların payını sürekli azaltmak istiyordu. İngiliz yanlısı Maliye Bakanı Cavit Beyin (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen liderlerinden) 1926’da idam edilmesinden 1943’te Varlık Vergisi adı altındaki el koymalara kadar varan birçok uygulama Yahudi sermayesini sürekli kırpma amaçlıydı. Tüm bu olaylara rağmen, Türk Yahudiliği sistemin ideolojik, politik ve ekonomik yapısına hep damgasını vuran belirleyici güç konumunda kaldı. Ordu ve dış politikada da ağırlıkları hep belirleyici oldu.
 
Konya-Kayseri merkezli sermaye!
 
AKP ile Türk burjuvazisinin yeni bir kanadı, Konya ve Kayseri merkezli Anadolu özel sermayesi, Yahudi sermayesinden ve devletteki (Birinci Cumhuriyet’teki) gücünden daha fazla pay istemektedir. ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin Orta Doğu’daki hegemonyasına hizmet etmek için bizzat bu üçlü tarafından oluşturulan AKP, hegemonyaya hizmet karşılığında payının arttırılmasını talep etmektedir. Bunun yolu da ordunun kendisine yönelik vesayetinin hafifletilmesi, kendisine karşı yeni darbelerin düzenlenmemesi ve Orta Doğu’daki sömürü pastasından daha fazla pay ayrılmasıdır. İsrail bu yeni yetme Anadolu burjuvazisini biraz aşırı bulmakta, taleplerini kısmasını beklemektedir. Ayrıca ‘bölgesel güç’, ‘küresel güç’ teranelerini fazla abartılı bulmakta, bölgede ve dünyada kimin hegemon olduğunu doğru okumasını istemektedir. AKP’ye biçilen rol, İran Şii milliyetçiliği ile Arap radikal İslâmcılığını ve laik milliyetçiliği yumuşatıp hegemonik sisteme entegre etmektir. Bunun için ordu ve dışişlerinde kendisine bir rol tanıdıkları açıktır. AKP de bu rolü oynuyor. Bu kısma ilişkin çatışma görüntüsü danışıklı dövüştür, ama pay artırımına ilişkin çelişkileri gerçektir, ancak bunlar sistem içinde çözülebilecek çelişkilerdir. Orta ve uzun vadede AKP’nin hegemonik sistemle tam uyumu kaçınılmazdır. Dik kafalılık ederek, hele İran’la ve radikal İslâm’la, hatta Ilımlı İslâmcılıkla ittifak kurup hegemonik sistemi zorlarsa, eski seleflerinin ve CHP’nin başına gelenlerden farklı bir durum yaşamayacaktır.
 
Türkiye sistemin zayıf halkası
 
Türkiye’nin sistemin zayıf halkası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sistemden kopması ihtimali zayıf bir olasılık değildir. Kopma iki eksende gelişebilir: Birinci eksen, eğer aldatmaca değilse, İran, Suriye, hatta Rusya ve diğer BRIC ülkeleriyle (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) geliştirmek istediği, eksen kayması olarak da yorumlanan ve küresel güç olmaya kadar varacak kuvvetli bir bölgesel güç olma, böylelikle İsrail, ABD, İngiltere ve AB hegemonyasına karşı çıkma yoludur. İmkânsız olmasa da, mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin öz varlığı ve somut dengeleri itibariyle bu yol çok zor geçilebilecek bir yoldur. İkinci kopma eksenine giriş, cumhuriyetin Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki ittifaklarının demokratik ulus temelinde güncelleşmesiyle mümkündür. Kapitalist moderniteden kopmayla sonuçlanabilecek bu yolda, ulusal ve bölgesel düzeyde yaşanan temel sorunlar ancak demokratik modernite ile köklü çözüm şansına kavuşabilir.” 
 
Yarın: Orta Doğu bunalımında Arap ulus devletler ve İsrail’in kurgulanışı