Özgür eş yaşamla demokratik ulusa (3)

  • 09:01 18 Haziran 2025
  • Dosya
 
Rojava: Özgür eş yaşamın pratikleştiği topraklar 
 
HABER MERKEZİ – Rojava Devrimi, kadın özgürlüğünü merkeze alan toplumsal bir dönüşüm yarattı. Abdullah Öcalan’ın özgür eş yaşam perspektifiyle şekillenen bu süreç, geleneksel namus anlayışına karşı yeni bir yaşam modeli sunarken, aşkı da ideolojik ve toplumsal mücadeleyle yeniden tanımlıyor.
 
Kürdistan Özgürlük Hareketi öncülüğünde, Kürdistan’ın dört parçasında gelişen demokratik halk devrimi ve özgür yaşam mücadelesi, Kürt kadının öncülüğüyle yeni bir toplumsal dönüşüm yarattı. Özellikle Rojava’da, Kürt kadınlar sadece bu dönüşümün öznesi değil, aynı zamanda Orta Doğu devriminin öncüsü oldular. 
 
Rojava Devrimi, erkek bireylerin özgürlükçü temelde eğitildiği, hegemonik erkekliğin aşılmaya çalışıldığı bir süreci temsil ediyor. Erkekliğin dönüşümü, bitiş çizgisine gelmiş geleneksel erkekliğin yeniden ve özgür temelde inşasıyla sürdürülüyor. Kendini bilmenin ve tanımanın yanında, cinslerin birbirini tanıması da özgür eş yaşamın temel gereklilikleri arasında yer alıyor.
 
Devrim öncesi Rojava’da kadın, erkeği genellikle egemen kimliğiyle tanırken; erkek için kadını tanımak neredeyse imkânsızdı. Kadınlar toplumsal yaşamda yok denecek kadar az yer alıyordu. Ancak bugün, her iki cinsin birbirini daha yakından tanıması, anlaması ve özgürlük temelinde ilişkilenmesi için büyük adımlar atıldı. Eğitimden sağlığa, tarımdan özyönetime; savunmadan diplomasiye kadar birçok alanda kadın rengi, belirleyici bir öncülük olarak kendini gösteriyor. 
 
Dosyamızın son bölümünde Abdullah Öcalan’ın Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabının 5. cildinde yer alan “Demokratik Ulusta Özgür Eş Yaşam” başlığı altındaki perspektiflerini Rojava örneğiyle paylaşıyoruz.
 
İnsan rasyonalitesi ve biyolojik sınırlar
 
Abdullah Öcalan, canlı yaşamın temel işlevlerinden hareketle insan toplumunun rasyonalitesi üzerine şöyle diyor: “Canlı yaşamın her biriminin üç temel fonksiyonu olduğunu bilmekteyiz. Bunlar beslenme, varlığını koruma ve soyunu sürdürmedir. Sadece canlı yaşam dediğimiz biyolojik birimlerin değil, kendilerine göre canlılık işlevi olan her evrensel varoluşun benzer fonksiyonları vardır. Bu temel fonksiyonlar, insanda farklı bir aşamaya gelir. İnsan toplumunda rasyonalite öyle bir gelişim düzeyine ulaşır ki, eğer kendi haline bırakılırsa, diğer tüm canlıların varlığını sona erdirebilir.
 
Biyolojik evren belli bir eşikte durdurulmazsa, insan türünün sürdürülemezliği kendiliğinden gerçekleşir. Bu, ciddi bir paradokstur. Şimdiden nüfusu yedi milyarı aşan insan türü bu hızla çoğalmaya devam ederse, çok kısa bir süre içinde biyolojik eşik aşılır ve insan yaşamının sürdürülemezliği gündeme gelir. Bu duruma yol açan şey, insanın rasyonel aklıdır. Dolayısıyla, aynı rasyonalitenin, biyolojik eşiğe varmadan önce insanın aşırı çoğalmasını durdurması gerekir.
 
Varoluş ve çoğalma garip bir olaydır. ‘Doğanın aklı’ diyebileceğimiz bir işleyiş, dengeleyici bir rol oynayarak varoluş ve çoğalma arasındaki dengeyi sağlar. Fakat insan rasyonalitesi, ilk kez bu denge mekanizmasına karşı durur. Tanrılaşma kavramı da aslında bu rasyonaliteden doğmuştur. Tanrı, rasyonalitede sınır tanımayan insan demektir. İnsanın bu rasyonel özelliği, tanrılar, dinler ve diğer yaratıcı sistem inşalarına yol açmıştır.”
 
Kadın ve yaşam: Tükenişin toplumsal göstergesi
 
Abdullah Öcalan, Kürt toplumunda kadın etrafında yaşanan tıkanmayı toplumsal tükenişin temel göstergesi olarak değerlendiriyor ve bu ilişkiye dair şunları belirtiyor: “Kürt toplumunda yaşamın tükenişini en çok kadın olgusu etrafında gözlemlemek mümkündür. Yaşam ve kadın adlarını gerçekçi olarak birleştiren bir toplumsal kültürde (‘jin’, ‘jiyan’, ‘can’, ‘şen’, ‘cihan’ sözcükleri hep aynı kökten çıkar ki, hepsi yaşam ve kadın gerçekliğini ifade eder) kadında yaşamın tüketilişi, toplumsal tüketilişin de temel göstergesidir. Tanrıça kültürüne yol açmış, kadın etrafında uygarlığın temelini atmış bir kültürden geriye kalan, kadınla yaşam konusunda kocaman bir körlük ve güdülere düşkünce teslim olmaktır. Geleneklerin, imha ve inkâr peşinde koşan kapitalist modernitenin kıskacındaki toplumsal yaşam, tümüyle kadın çaresizliğine mahkûm edilen yaşamdır. Elde kalan son savunma mevzisiymiş gibi savunulan kadına dayalı namus anlayışı, aslında ‘nomos’un (nomos = kural veya kanun) anlamından uzaklaşmış bir hali ifade eder. Çok keskin kadın namusçuluğu, çok keskin bir toplumsal namussuzluğu ifade eder. Toplumun namusundan, yani onu ayakta tutan temel değerlerden ne kadar uzaklaşılmış veya uzaklaştırılmış bir konumda yaşanıyorsa, o kadar kadın namusçusu kesilmek tam bir paradokstur.”
 
Kadın namusu üzerinden toplumsal çöküş
 
Abdullah Öcalan, toplumsal çöküşün en net şekilde kadın olgusu etrafında gözlemlenebileceğini savunarak şunları ifade ediyor: “Kürtlerin toplum namusunu yitirdikten sonra kadının namusunu da koruyamayacaklarını kavrayamamaları sadece cehalet değil, ahlâk adına ahlâksızlıktır. Kadın namusu adı altında yaşatılmak istenen namus anlayışı, ahlâki ve politik olarak tükenmiş Kürt erkeğinin kendi gücünü kadın köleliğinde kanıtlama çabasından veya güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Yabancı hâkimiyetin ona ve toplumuna yaptıklarının acısını o da kendi hâkimiyetini kadına dayatarak çıkarmak istiyor. Kendini bir nevi terapi ediyor. Açık ki, dünya genelinde de ağır olmakla birlikte, belki de hiçbir yerde Kürt kadınının statüsünde görüldüğü kadar ağırlaştırılmış bir kölelik söz konusu değildir. Kürt toplumunda yaşanan çok çocukluluk bu gerçeğin diğer bir yüzüdür. Cehalet ve özgürlüksüzlük, benzer toplumlarda da varlığını sürdürmenin tek çaresi veya çaresizliği olarak çok sayıda çocuk doğurmaya götürür. Öz bilincin gelişmediği her toplumda yaşanan bir olgudur bu. Paradoks şuradadır ki, yaşamın diğer vazgeçilmezleri olan güvenlik ve beslenme olmadığı için çok çocukluluk büyük sorunlara yol açar. İşsizlik çığ gibi büyür. Zaten kapitalist kâr sisteminin istediği düşük ücretli köleliği besleyen de bu aşırı nüfustur. Uygarlık geleneği ve modernite el ele vererek, bütün yıkımını kadın üzerinde böylece gerçekleştirir.”
 
Kadın ve yaşamdan uzaklaşmanın devrimci tıkanmışlığı
 
Devrimci mücadelenin gerçek bir toplumsal dönüşüm yaratabilmesi için kadın özgürlüğünü merkezine alması gerektiğini belirten Abdullah Öcalan, “Jin ve jiyan’ın kadın ve yaşam olmaktan çıktığı koşulların toplumun çöküş ve çözülüşünü yansıttığını hep söylüyoruz. Bu gerçekliği çözmeden ve özgürlük yoluna seferber etmeden adına devrim, devrimci parti, öncü ve militan diyebileceğimiz unsurların rol oynayabilmeleri düşünülemez. Kendileri kördüğüm olmuş olanların başkalarının kördüğümünü çözmesi ve başkalarını özgürleştirmesi mümkün olamaz. PKK’nin ve devrimci halk savaşımının bu konuda doğurduğu en önemli sonuç, toplumun kurtuluşu ve özgürlüğünün kadın olgusunun çözümlenmesinden, kurtuluşu ve özgürlüğünden geçtiğine ilişkindir. Fakat belirttiğimiz gibi Kürt erkeği de çok çarpıtılmış olan kendi namusunu veya bilimsel olarak daha doğru bir tanımlamayla namussuzluğunu kadına mutlak egemen olmakta görüyor. Asıl çözülmesi gereken bu yaman çelişkidir” sözlerine yer veriyor. 
  
Demokratik ulus yolunda kadın özgürlüğüyle yüzleşme 
 
Demokratik ulus inşasının kişisel düzeyde dönüşümle başlayabileceğini vurgulayan Abdullah Öcalan, kendi deneyiminden yola çıkarak şunları dile getiriyor: “Daha önceki bölümlerde bu yönlü çabalardan bahsettiğimiz için tekrarlamayacağız. Demokratik ulus inşasına gidişte bu deneyimin de ışığında yapılması gereken şey, şimdiye kadar namus adına yapılanların tersinin yapılmasıdır. Tersyüz edilmiş Kürt erkekliğinden, biraz da kendimden bahsediyorum. O da şöyle olmalıdır: Kadına ilişkin mülkiyet anlayışımızı tamamen terk etmeliyiz. Kadın sadece ve sadece kendi kendisinin (Xwebûn) olmalıdır. Hatta sahipsiz olduğunu, tek sahibinin kendi kendisi olduğunu bilmelidir. Karasevda, aşk dahil, hiçbir bağlılık duygusuyla kadına bağlanmamalıyız. Aynı biçimde kadın da kendisini bağımlı ve sahipli olmaktan çıkarmalıdır. Devrimciliğin, militanlığın ilk şartı böyle olmalıdır. Bu deneyimden başarıyla geçenler, bir anlamda kişiliğinde özgürlüğü gerçekleştirenler, yeni toplumu ve demokratik ulusu kendi özgürleşmiş kişiliklerinden başlatarak inşa edebilirler.”
 
Geleneksel ‘namus’ anlayışını terk etme 
 
Abdullah Öcalan’a göre, aşk ancak gerçek anlamına ulaşabilir; bu ise toplumun çöküşünü durduramayanların kadın etrafında kurdukları geleneksel ‘namus’ anlayışını terk ettikleri an başlar. Abdullah Öcalan bu konuda şunları paylaşıyor: “Tam da burada aşkın gerçek tanımına ulaşıyoruz. Aşk kendi toplumunun çöküş ve çözülüşünü durduramayanların ancak kadın etrafında karşılıklı olarak kurdukları namus anlayışından ve bilimsel olarak daha doğru olan namussuzluktan vazgeçip demokratik ulus inşasına militanca girişmesi halinde toplumsal anlamına kavuşabilir ve çok zor da olsa gerçekleşme potansiyeline ulaşabilir.”
 
Aşkın gerçek anlamına yönelim
 
Abdullah Öcalan’a göre, aşk ancak gerçek anlamına ulaşabilir; bu ise toplumun çöküşünü durduramayanların kadın etrafında kurdukları geleneksel ‘namus’ anlayışını terk ettikleri an başlar. Abdullah Öcalan, “Tam da burada aşkın gerçek tanımına ulaşıyoruz. Aşk kendi toplumunun çöküş ve çözülüşünü durduramayanların ancak kadın etrafında karşılıklı olarak kurdukları namus anlayışından ve bilimsel olarak daha doğru olan namussuzluktan vazgeçip demokratik ulus inşasına militanca girişmesi halinde toplumsal anlamına kavuşabilir ve çok zor da olsa gerçekleşme potansiyeline ulaşabilir" diye ifade ediyor. 
 
Kadın özgürleşmesiyle demokratik ulusun inşası
 
Abdullah Öcalan, demokratik uluslaşma sürecinde kadın özgürleşmesinin toplumsal dönüşümün merkezinde yer aldığını belirterek, “Demokratik uluslaşma sürecinde kadın özgürleşmesi büyük önem taşır. Özgürleşen kadın özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur” diye ekliyor. 
 
Devrimci rolün yeniden tanımlanması
 
Erkeğin toplumsal cinsiyet rollerindeki dönüşümünü ele alırken, Abdullah Öcalan erkekliği devrimci sürecin bir parçası olarak yeniden tanımlanması gerektiğini vurguluyor: “Erkeğin rolünü tersine çevirmenin devrimci öneminden bahsettik. Bunun anlamı, kadına dayalı soy sürdürme ve kadına egemen olma yerine demokratik uluslaşmanın kendini özgücüyle sürdürmesi, bunun ideolojik ve örgütsel gücünü oluşturması ve kendi politik otoritesini egemen kılmasıdır; kendini ideolojik ve politik olarak üretmesidir.”
 
Aşk: Cinselliğin ötesinde bir bilinç ifadesi 
 
Aşkın yalnızca duygudaşlık ya da cinsel çekim olarak sınırlandırılamayacağını, onun zihinsel ve ruhsal güçlenmeyle doğrudan bağlantılı olduğunu dile getiren Abdullah Öcalan şöyle devam ediyor: “Fiziki çoğalmadan ziyade zihinsel ve ruhsal güçlenmeyi sağlamasıdır. Toplumsal aşkın doğasını bu gerçekler sağlar. Aşkı kesinlikle iki kişinin duygudaşlığına ve cinsel cazibesine indirgememek gerekir. Hatta kültürel anlamı olmayan şekilsel güzelliklere de kapılmamak gerekir.”
 
Aşkın kapitalizm ve moderniteyle mücadelesi
 
Aşkı sadece bireysel bir duygu değil, maddi ve toplumsal yapının bir parçası olarak ele alan Abdullah Öcalan, “Kapitalist modernite aşkın inkârı üzerine kurulu bir sistemdir. Toplumun inkârı, bireyciliğin azgınlaşması, cinsiyetçiliğin her alanı kaplaması, paranın tanrısallaştırılması, ulus devletin tanrı yerine ikame edilmesi, kadının ücretsiz veya en az ücretli bir kimliğe dönüştürülmesi aşkın maddi temelinin inkârı anlamına da gelir” diye belirtiyor. 
 
Aşkı cinsellikten ayırmak: Özgür ilişkinin toplumsal zemini
 
Abdullah Öcalan, aşkı biyolojik çekimle sınırlayan yaklaşımların toplumsal aşk anlayışını çarpıttığını şu sözlerle anlatıyor: “Kadın doğasını iyi tanımak gerekir. Kadın cinselliğini biyolojik olarak çekici bulup yaklaşmak, bu temelde kadınla ilişkilenmek aşkın baştan kaybı demektir.” Öteki canlı türlerindeki biyolojik birleşmelere nasıl aşk diyemiyorsak, insandaki biyolojik temelli cinsel birleşmeye de aşk diyemeyiz. Buna canlıların normal üreme faaliyetleri diyebiliriz ve bu faaliyetler için insan olmaya bile gerek yoktur. “Hayvan-insanlar” zaten en rahat biçimde bu faaliyetleri yürütürler. Gerçek aşk isteyen, bu hayvan-insan üreme tarzını terk etmek durumundadır.
 
Cinsel cazibe objesi olarak değerlendirmeyi aştığımız oranda, kadını değerli bir dost ve yoldaş kılmak mümkün olur. En güç olan ilişki, cinsiyetçiliği aşmış kadın dostluğu ve yoldaşlığıdır. Kadınla özgür eş yaşam koşullarında kurulan ilişkilerde bile, temel motivasyon toplumun ve demokratik ulusun inşası olmalıdır. Kadını hep geleneksel sınırlardaki ve modernitedeki gibi eş, anne, kız kardeş ve sevgili rolünde görmeyi aşmalıyız. Öncelikle anlam birliğine ve toplum inşacılığına dayalı güçlü insan ilişkisini hâkim kılmalıyız.
 
Bir kadın veya erkek gerektiğinde eşinden, çocuğundan, annesinden, babasından, sevgilisinden vazgeçmeli, ama ahlâki ve politik toplumdaki rolünden asla vazgeçmemelidir. ‘Güçlü erkek asla kadına yalvarmaz, peşinden koşmaz, dövmez ve sövmez, kıskanmaz.’ Kendi eşi ve sevgilisi dahi olsa, ayrılmak istediğinde bir fiske bile vurmaz; varsa eleştirilerini yaptıktan sonra, istediği gibi yaşamasına yardımcı olur. Kadınla güçlü, ideolojik ve toplumsal temeli olan bir ilişki yaşamak istiyorsa, tercihi ve aranmayı kadına bırakması gerekir. Kadının özgürlük düzeyi, özgür tercihi ve öz gücüne dayalı hareket kabiliyeti ne denli gelişmişse, onunla o denli anlamlı ve güzel yaşanabilir.
 
Toplumsal inşa içinde platonik aşkın değeri
 
Abdullah Öcalan, günümüz Kürdistan’ında özgür eş yaşama ilişkin ideal romantizmin, demokratik ulus inşası sürecinde büyük zorluklarla yüzleşerek mümkün olabileceğini ifade ediyor. Abdullah Öcalan, şunları belirtiyor: “Kadın ile erkeğin en ideal özgür eş yaşamı günümüz koşullarında, toplumsal gerçekliğimizde, demokratik ulusun zorlu inşa çalışmalarında büyük başarılar sağladığında yaşanabilir. Platonik aşk, fikir ve eylem aşkıdır; bu nedenle değerlidir.
 
Günümüz Kürdistan’ında Kürt toplum gerçeğinde anlamlı bir aşk diyalektiği büyük oranda platonik olmak, yaşanmak durumundadır. Dünya güzeli bir kadınla her an beraber yaşamak aşk değildir. Zaten aşk olmadığı için kısa bir birleşme döneminden sonra ikiyüzlülükler sergilenecektir, çünkü anlamsız kurulmuş veya biyolojik temelli bir ilişki ihtiyacından kaynaklanmıştır.
 
Buna karşılık, PKK ve KCK pratiğinde hiçbir zaman bir arada, birlikte olmamış, dünün ‘kölesi’ birçok genç kadın ve erkek; kendi halklarının demokratik ulus inşasında birlikte platonik bir aşkla büyük işler başarmış, ne kadar güçlü kişilikler olduklarını kanıtlamışlardır. Bu konuda yüzlerce kahraman şehidimiz vardır ve bunlar, Mem û Zîn olmayı başarmış büyük kahramanlardır.”
 
Aşkın özgürlük ve estetikle sınanması
 
Abdullah Öcalan, aşkın yalnızca bireyler arası bir ilişki değil, ulusal kurtuluşun ve toplumsal özgürlüğün bir temsili olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor.  Aşkın sıradan bir duygu değil, büyük bir ahlaki ve ideolojik derinliğe sahip bir güç olduğunu kaydeden Abdullah Öcalan, “Bu durumlarda bireyde, aşk unsurlarında ülkenin özgürleşmesi, bir toplumun ve ulusun kurtuluşu temsil edilmek durumundadır. Bu ise çok yoğun askerî ve politik savaşlar gerektirir; çok büyük ahlaki ve ideolojik güç ister. Ayrıca estetiksizliği, güzellikten yoksunluğu kabul etmez.
 
Platonik aşkları olduğunu iddia edenlerin, aşklarını özelleştirip somut yaşamak istediklerinde, tüm bu koşulları karşılamaları gerekir. Bu koşullara güçleri yetmiyorsa, ya platonik aşka devam etmeleri ya da buna da güç getiremeyip anlam veremiyorlarsa, biyolojik kuralların veya kölecil cinsel birlikteliklerin geçerli olduğu geleneksel uygarlık ve modernite evliliklerini yaşamaları söz konusu olacaktır. Özgür aşk ile biyolojik-kölecil evlilik ya da evlilik dışı ilişkiler bir arada olmaz. Aşkın kanunu bu tür ilişkileri kaldırmaz" diyor. 
 
 Kadın ve hakiki aşkın yeniden inşası
 
Abdullah Öcalan, aşkın en yüce biçimini, özgürlük mücadelesinde yaşamını yitiren kadınlarla kurduğu bağda görüyor. Bu bağın sıradan bir duygu değil, toplumsal ve ulusal kimliğin yeniden inşasında büyük bir anlam taşıdığına işaret eden Abdullah Öcalan, “Büyük kadın şehitlerimizden, o yüce değerlerden kadının değerli bir varlık olduğunu sonuna kadar öğrendim. Onlarla yaşanan, belki de yitik ülkenin ve kaybedilen toplumsal kimliğin yeniden ve özgürce kazanılış aşkıydı” diyor. Bu aşkın,  yalnızca bireysel değil; aynı zamanda kolektif bir diriliş anlamı taşıdığını vurgulayan Abdullah Öcalan, “Kaldı ki, bu da çok değerli, büyük ve hakiki aşk sayılırdı. Haini ve ikiyüzlüsü de çok olan bir aşktı ki, ben de böylelikle Mem û Zin’in anısını hem canlandırmış hem de gerçekleştirmiş oluyordum” diye ekliyor.