Jineolojî merceğinden özgürlük deneyimimize bakmak 2023-03-17 09:07:02   “Yaşadığımız anları anlamlandırma üzerinden yazdık. Onun için çoğu zaman yazdıklarımıza soyut denildi. Ama bu bir gelişim süreciydi. Kendimizi, bununla bağlantılı dilimizi yaratma süreciydi. Bunun kendi içinde taşıdığı anlam ve hakikat biz An’ın içinde yer aldığımız müddetçe devam edecekti. Çok bilinçli bu süreçleri yaşamışız gibi geliyor değil mi? Hayır hiç öyle değil. Tamamen sezgiseldi her şey.”    Nagihan Akarsel   Oluşu sorgulamak zordur. Bir gerçekleşme sürecidir. Olan sorgulanmaz yaşanır çünkü. Oluşur. Anda oluşa dahil olmadığında ne kadar sorgularsan sorgula değiştirme gücün azalır. Uyguladığın yöntemler, denediğin yollar oluş Anda değil de sonradan devreye girdiğinde ise bu olanı sorgulamaktan başka bir anlama gelmez. Olan olmuştur artık. Olgudur. İstediğin kadar bunu sorgula, eleştir, diren, sahiden de olan olmuştur. Onun için An’ın sosyolojisine göre olmak, An’ın sosyolojisini anlamak hayati değerdedir. Bu aynı zamanda Özgürlüğün Sosyolojisi’dir. Hele de direniş damarını temsil eden demokratik uygarlık güçlerinden biri olan biz kadınlar için bu daha belirleyicidir. Anlamlarımızı oluş esnasında gerçekleştiririz çünkü. Oluştan alıkonulduğumuz, bunu başaramadığımız zamanlar ise direniriz. Ama farklı direniriz.    ‘Devrimden sonra gidip o kadınların dilini öğreneceğim’   Bilgilerimizi koruruz mesela. Onları ataerkil tarihin sayfalarında değil hayatın tam içinde koruruz. Yelpazenin yapraklarına yazarız bilgilerimizi. Yelpazeye emanet ederiz. Çin'de elden ele dolaşan o yelpazenin her bir kıvrımında hayat ile birlik olmanın yöntemlerini ararız. Mesela sırlarımızı birbirimize kendi sözcüklerimizle ifşa ederiz. Hewraman'da erkeklerin anlamadığı, sadece kadınların konuştuğu bir dil ile duygu ve düşüncelerimizi birbirimize iletiriz. Şaho Dağları’nın zirvesinde dolaşan dağ masalcıları bize bu bilgiyi verir. Bunun mimik, bakış, işaret veyahut başka bir beden dilinden gayrı sözle ifade edilen bir dil olduğunu anlatırlar. Her bir dağ masalcısı ondan sonra ant içer mesela: "Devrimden sonra gidip o kadınların dilini öğreneceğim" diye. Belki de daha birçok toplumda böylesi arayışları olan kadınlar vardır. Kim bilir!    Araştırılmayı, anlaşılmayı bekleyen daha nicesi…   Dengbêjlerin ezgisinde saklarız bilgilerimizi mesela. Xalê Cemil ezgisinde çocuk yaşta evlendirilmemizin isyanını haykırırız. Oradan yüreklere dokunuruz. Yüreklere dokunmayı, yüreğimizle düşünmeyi salık veririz. Yılmaz Güney’in cümleleriyle; "Sazın teline değen mızrabın atom bombasından daha etkili olduğuna" inanırız. Mısraların kafiyelerinde birbirimize mesajlar veririz. Bilinç akışı yöntemine bırakırız kendimizi. Bu yöntemin başlangıçta yer alan hakikate bizi götürmesini umut ederiz. Şiirin anlamın eylemi olduğuna ikna oluruz. Anlam yitiminin yaşandığı bir çağda yitip giden şairlerin umutsuzluğuna odaklanırız. Ve daha nicesi... Araştırılmayı, anlaşılmayı bekleyen daha nicesi.    Çekindiğimiz duygu ve düşüncelerimiz neydi?   Alışılagelen sözcüklere yüklemekten çekindiğimiz duygu ve düşüncelerimiz neydi? Bizi böylesi bir arayışı götüren hayatın kendisi değil miydi? Bilgilerimizi hayattan damıttığımız için değil miydi o bilgileri yine hayatın kendisine emanet etme arayışımız? Bunu en çok Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi deneyimimizden biliyoruz. Onun için deneyimimizin yöntemlerini ele alırken buradan giriş yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum.    Özgürlük felsefesini esas alıyoruz   Bilgi bizim için işlevsel olduğunda anlam kazanıyor. Anlamı, eylemi ve biraz önce şiir için belirttiğimiz anlamın eylemini hayatın her alanında oluşa katkı sunacak bir bütünlükte ve An’a hizmet edecek şekilde ele alan özgürlük felsefesini esas alıyoruz. O nedenle bizim için bilgi bir olgu değil. Olgu olduğu anda formel bir kalıba giriyor zaten. Mantığı ona göre belirleniyor. Akışkanlığı yitiyor. Olgu bir yerde kalıyor, ben bir yerde kalıyor. Ve bene bu bilgiye nasıl hâkim olacağının yöntemleri öğretiliyor. Yani bir iktidar alanı oluşuyor. Bilgi araçsallaşıyor artık. Ama bizler bilgilerimizi hayatın içinden damıttık. Yaşamak için bilmek gerekti. Yaşamın dilini bilmek ve bu bilmeler ile yaşama saygı duymak gerekti. Bunun için her şeyden önce birbirimizle olmaya ihtiyacımız vardı. Öyle yabancılaştırılmıştık ki kendimize olan nefretimiz aynı zamanda hemcinsimize olan nefretimiz anlamına geliyordu. Birlikteliğin dili etik olmaktı artık. Birbirimize olan saygımızla başlayan ve kendimize olan saygımızı yaratan bir diyalektik işliyordu. Ayakta kalmayı başarmak güven kazanmaktı. Öz gücümüzle hayatın şifrelerini çözme ve olma haliydi yaşadığımız. Hakikatin ve yöntemin iç içe geçtiği etik ve estetiğin birbirini tamamladığı bir yerden ilerliyorduk. Bu yolda Kopuş Teorisi, Kadın Kurtuluş İdeolojisi, Özgür Yaşam ve Erkeği Dönüştürme Projesi, Sonsuz Boşanma, Toplumsal Sözleşme, Xwebûn ve Özgür Eş Yaşam Kuramı ile esasında kendimize ilerliyorduk. "Ben benim" felsefesinde kendimizi buluyorduk. Kopuş teorisinden Özgür Eş Yaşam kuramına giden mücadele diyalektiğimizdeki bütünlüğün anlaşılması için kullandığımız yöntemler de ayrıca bu yazının konusudur zaten.    Teori ile pratiğin bütünlüğü    İşte bilgilerimizin oluş süreci olarak da tanımlayabileceğimiz bu hakikatte bir şeyi öğrendik. Bildiğini yapma gücünü göstermek. Klasik deyimle teori ile pratiğin bütünlüğü. Ya da "Anlamak yapmaktır", ya da "Söz eylemdir” gerçeğine göre olmak. Biz kitaplarda yazılıp çizilenlere çok odaklanmadık, içinde bulunduğumuz savaş koşullarından dolayı çok odaklanamıyoruz da. Okuduklarımızı not ettik ama en çok veciz sözleri not ettik ve güncelerimizde paylaştık. Hala sözle alıntı yapmayı bilmiyorduk. Yazı yazarken belki tuhaf gelecek ama kalemimizi defterimizi alıp ya bir ağacın kökünde ya bir suyun kenarında ya da bir şikeftin gölge vuran kapısında ilham perilerinin gelmesini bekledik. Yaşadığımız anları anlamlandırma üzerinden yazdık. Onun için çoğu zaman yazdıklarımıza soyut denildi. Ama bu bir gelişim süreciydi. Kendimizi, bununla bağlantılı dilimizi yaratma süreciydi. Bunun kendi içinde taşıdığı anlam ve hakikat biz An’ın içinde yer aldığımız müddetçe devam edecekti. Çok bilinçli bu süreçleri yaşamışız gibi geliyor değil mi? Hayır hiç öyle değil. Tamamen sezgiseldi her şey. Eylemlerde en ön saflarda yer alarak, hissederek, inanarak, konuşarak, anlamlandırarak, yazarak gelişiyordu her şey. Biz geliştikçe mücadelemizde gelişiyordu. Mücadelemiz geliştikçe biz de gelişiyorduk.    Özgür kadın kimdir?    Doğrusunu isterseniz okuduklarımızı not alma zamanımız da yoktu. Bunu bir gün yazacağımız yazılarda değerlendirebileceğimizi de düşünmüyorduk. Okuyorduk anladığımız kadarını eğitimlerde birbirimizle paylaşıyor, tartışıyorduk. Eğitim bizim için bilgilerimizi, gözlemlerimizi paylaşma ve aşma zeminleriydi. Hatta kendi aramızda yaptığımız bir espri de vardır, "Ne olursa olsun dünyada yıkılsa eğitimlerimizi gerçekleştiririz" diye. Bir sistemi inşa ederken onun temel ayağının eğitim olduğu konusunda hepimiz iknaydık. Bu nedenle yıllardır: Özgür kadın kimdir? Nasıl yaşar, erkeği öldürmek, cins mücadelesi, kadın özgürlük hareketleri tarihi, toplumsal cinsiyetçilik derslerini görüyoruz. Bu dersleri hem özgün hem de erkek arkadaşlarla beraber sürdürüyoruz. Hem kadınlar hem erkekler için geçerli olan özgün eğitimimizde birbirimizin deneyimlerinde ortaya çıkan gerçek ile önce kendimizi tanımayı esas alıyor, çözümlemeler, analizler yapıyor, toplumsal cinsiyetin nasıl inşa edildiğini ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Yazımızda bu yöntemi de ele alacağımız için burada kısaca eğitimleri öyle bildik okul veya üniversite sıralarında değil mekâna takılmadan tamamen yaşamın içinde gördüğümüzü belirtmekle yetineceğim.    Günceler…   Güncelerimizde yazıyorduk. Bu nedenle günceler Kürdistan Kadın Özgürlük Deneyimini anlamak isteyenlere müthiş bir olanak sunuyor. Ancak hislerin, sezgilerin, direnişin destanı olan güncelere bir kaynak olarak bakılmıyor nedense. Çünkü orada duygular var. Birey hissettiğini olduğu gibi dolandırmadan yazmış çünkü. Bunun nasıl bir bilimsel kaynak olduğunu idrak edemiyoruz. Çünkü algımıza göre kanıtlanmış somut verilere ihtiyaç vardı. Deneyselciliğe fırsat verecek, hakimiyet alanı açacak, olguyu çıkarımıza göre tanımlayacağımız bir nesnellik gerekiyordu. Bu nedenle de deneyimimiz hala incelenmeyi bekliyor. Anlatmak istediğimi Zeynep Erdem’in güncesinden 10 Mayıs 1995'te yazdığı bir an ile daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum.    Farklı bir hakikat  yok mu?   "Sırtımı orta yaşta bir ağaca dayadım yüzüm tam yeni doğan güneşe bakıyor. Sıcaklığını hissetmek. Nedense dağda her şey daha farklı, sanki gerçeklerini tanıyorsun. Mesela şehirlerde yıldızlar bu kadar dikkatimi çekmemişti, zaten fazla görünmüyorlar ya. Güneş, ay, gökyüzü, bir kaya parçası, bir ağaç, böcekler, çiçekler, dağlar. Her şey o kadar farklı ki şehirlerde yalnızca canlılık ya da hareket insanlarda var ya da onlara mahsus, onun dışında bir şey yok, göremiyorsun, ama dağlarda öyle değil. İnsanlar dışında da öylesine ilginç, değişken bir yaşam var ki, bazen zaman olsa da, ya da devrimden sonra bunları inceleyebilsem diyorsun. Ve kimi zaman kendime korkunç öfkeleniyorum, ‘anlat, yaz’ diyorum. Denemeye çalışıyorum, sonra beğenmiyorum. Şiirle anlatmak isterdim. Şiir, duyguların en zirvesidir, şiir duyguların en incesidir. Birçok şeye şiirle başladım diyebilirim. Mesela siyasete ilgim ilk Ahmet Arif’in içerde ‘haberin var mı taş duvar demir kapı kör pencere’ şiiriyle arttı. Ya da yaşanan toplumsal sorunların şiirle dillendirilmesi beni klasik bir kitaptan daha çok etkileyebiliyordu." Bilimsel anlamda deneyimimizi incelemek isteyen için bu paragrafta doğa, şiir, kent yaşamı, mücadele, yazmanın anlamı… Daha doğrusu farklı bir hakikat yok mu sizce de?    Bu kadar güzel hisseden bir kadın neden intihar eder?   Bir de bizim deneyimimizde bilginin kime ait olduğu çok önemli değildir gerçekten. Mesela bu yazıyı yazarken de daha önce yazdığım yazılarda da araştırdığım bizim elimizden çıkan bütün yoğunlaşmalarda kaynaktan ziyade yoğunlaşmaların aktarıldığı yazılar olduğu için yoğunlaşma diyorum,  tarihe dair birçok bilgi var sahiden. Ama bu bilgiye dokunulmadan, alıntılanarak o bilgi yorumlanıyor. Yani kimin söylediğinden ziyade neyin nasıl söylendiğine odaklanıyor. Örneğin kapitalist modernitenin iktidar kurumlaşması ile zirve yaptığı 20. yüzyılda eleştirel yöntemi esas alan düşünürlerin daha çok isimleriyle öne çıktıkları biliniyor. Bir Adorno'dan bahsederken ya da bir Heidegger'i ele alırken onun kimliğinden ziyade düşüncelerini not etmiş. Kimi zaman bu düşünürlerin kendi düşüncelerine ters düştükleri de bir gerçek. Yani bilgiyi aşırı göreceliğin sınırlarına hapsetmekten ziyade o bilginin anlamlarını anlamayı, yorumlamayı tercih ediyor. Bunu farkında olmayarak yaptığımızdan eminim. Yıllar sonra Abdullah Öcalan'ın bilimi "anlam yorumu" olarak tanımlaması aslında yaşamıyla bu tanıma göre olduğunun ifadesiydi. Bu yaşamın bütünlüğüyle bağlantılı bir durum sahiden de. Ya da Savuşka'nın (Gülcihan Sönmez) yaptığı gibi Nilgün Marmara'nın şiirinden bir mısrayı defterinin bir köşesine not etmiştir ve altına da, "Bu kadar güzel hisseden bir kadın neden intihar eder ki? Kadın şairler neden hep intihar eder ki?" demiştir. Bu onun için araştırılması gereken bir konudur artık. Doğrusunu isterseniz araştırmak ve anlamak bizim deneyimimizde biraz da aynı anlamı karşılamaktadır.    Bilginin beni mutlu ettiğini hissettim   Dipnot ve kaynakça göstermenin gereksiz olduğunu söylemiyorum. Kaba bir ispat gerekliliği olduğu üzerinden bir yaklaşım içinde de değilim. Hatta referans gösterme, konuda derinleşme babında gerekli olduğu konusunda da iknayım. Ama neredeyse ilericiliğin, çok okumanın, araştırmanın ve en önemlisi de doğruluğun yani bilimin bir ölçüsüymüş gibi ele alınmasına karşıyım. Bilginin hayatın diyalektiği ile bütünleşmeyen, yaşamdan uzak sözcüklerine karşı mesafeliyim. Ne yapsam da böylesi soğuk sözcüklere, kavram ve belirlemelere ısınamıyorum. Düşünce diyalektiğimi bozacaklar diye yıllarca kendi kaynaklarımızın dışında bir şey okumadığımı da belirtmek istiyorum. Bunu kendini gerçekleştirmeden, neyi nasıl alacağını, özümseyeceğini bilmeden her tür bilgiye mesafeli ol şeklindeki sezgisel bir refleks olarak anlamlandırıyorum. Kendimize rağmen gelişen bu savunma mekanizmasının da çok anlamlı olduğuna inanıyorum. Ben sadece olguya dönüşen bilgi yerine An’da bilgisini oluşturan bir yaşam diyalektiğine sahip olduğumuz ve hayatın içinden bilgilerimizi damıtarak kendimiz olduğumuz gerçeğinin anlaşılmasını istiyorum. Nitekim bu yazı ile dipnot ve kaynakça yazmaya da özen gösterdim. Ve yazarken farklı bir anlam keşfettim. Kullandığım bazı kavramların ve cümlelerin kime ait olduğunu düşünmeye sevk etti beni. Yani biriktirdiğim hatta yaşamımın bir parçası kıldığım bilgilerin kaynağının hafızamda capcanlı olduğunu keşfettim. Bir belirlemeyi bulup onun üzerinden yazmaktan ziyade anlatmak istediğimi besleyecek bir kazıya giriştiğimi fark ettim. Hem Virginia Woolf'un bilinç akışı yöntemi ile hafızamda bir kazıya giriştiğimi hem de anlamları buluşturmanın keyfini yaşadığımı belirtmek istiyorum. Bilginin beni mutlu ettiğini bir kez daha hissettim.   Not: Yazının devamı, “Sistemi Reddetmek Bir Başlangıçtır” başlığıyla haftaya yayınlanacak.    Bu yazı, Jineolojî dergisinin “Kadın Gerçeğine Dayalı Yöntem ve Hakikat” dosya konulu 2’nci sayısından kısaltılarak alınmıştır.