Bir halkın belleğini silmek! (3)

  • 09:07 5 Şubat 2025
  • Dosya
  
 
Bir kimliği silme politikası: Mezarlıklar
 
Dilan Babat 
 
HABER MERKEZİ - Mezarlıklara yönelik saldırılara dair konuşan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi üyesi Derya Aydın, “Geçmişten bu yana hâlâ yüzleşemediğimiz, mezar yerlerini bulamadığımız öncülerin durumu gündelik yaşamımızı etkiliyor. Kürdistan’da hâlâ bir hayalet gibi dolaşıyor, direnişçi figürler olarak. Savaşın ve çatışmanın Kürdistan’da nasıl sonuçlar doğurduğuna dair hâlâ kapsamlı bir araştırma yok” dedi. 
 
Mezarlıklar, yalnızca ölülerin defnedildiği mekânlar değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın, yas kültürünün ve kimlik bilincinin korunmasına katkı sağlayan kutsal alanlardır. Ancak Kürt halkının mezarlıklarına yönelik saldırılar, yalnızca fiziksel bir yıkımı değil, aynı zamanda hafızanın silinmesini, yas tutma hakkının ihlal edilmesini ve kültürel kimliğin yok edilmesini hedef alan sistematik bir politikanın parçası haline getirildi. Bu saldırılarla, Kürtlerin kolektif yas hakkı ihlal edilmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal hafızaya yönelik bir tehdit oluşturuyor.  Mezarlıklara yapılan müdahaleler, Kürt halkının geçmişiyle ve mücadelesiyle olan bağını koparmaya yönelik bilinçli bir asimilasyon ve inkâr politikasını beraberinde getiriyor. 
 
Dosyamızın üçüncü bölümünde Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi üyesi Derya Aydın ile Kürt halkının mezarlıklarına yönelik saldırıların kolektif yas hakkı üzerindeki etkileri, bu saldırıların toplumsal hafızayı nasıl tehdit ettiği ve bu durumun uluslararası hukuktaki yerini konuştuk. 
 
“Bu mezarlıklara yönelik saldırı, mücadeleye dair yaşamış insanların teamüllerini ve hafızasını yok etmeye yönelik bir girişim anlamına geliyor.”
 
*Kürt halkının mezarlıklarına yönelik saldırılar kolektif yas hakkını nasıl etkiliyor? Bu saldırılar toplumsal hafızanın korunması açısından ne gibi tehditler oluşturuyor? 
 
Kürtlerin mezarlıklarına yönelik saldırılar, politik Kürtlere yönelik saldırılarla bağlantılıdır. Saldırılar, çatışmalarda yaşamlarını yitirmiş kişilerin mezarlıklarına yöneliktir. Bu, önemli bir farktır. Bunlar, gündelik yaşamın olağan akışında yaşamını yitirmiş kişiler değil, politik ölümlerdir. Dolayısıyla zedelenen, ihmal edilen ve saldırıya uğrayan da hafızadır. Bu, farklı bir hafıza biçimi değil; bunlar, direnişçilere ait bir hafızadır.
Kolektif yas meselesi, Kürtlerin çatışmalarda hayatını kaybeden topluluk üyeleriyle kurduğu ortak yas sürecine ilişkindir. 2013-2015 yılları arasında barış ihtimalinin konuşulduğu dönemde, Kürdistan’ın kırsal yerlerinde, doğrudan dağ başında olmasa da ilçelere yakın yerlerde mezarlıklar inşa edildi. Bu mezarlıklara defnedilenler, 80’lerin başından 2000’lere kadar farklı tarihlerde hayatını kaybetmiş ve layıkıyla defnedilememiş PKK’lilere ait mezarlıklardır. Barış sürecinde, ailelerin de dahil olduğu cenazelerin toplandığı süreçte, kitlesel bir şekilde mezarlıklara defnedildiler.
2015-2017 tarihlerinde yaptığım araştırmada, o dönemde bir kolektif yas tutma deneyimi ortaya çıkmıştı. Uzun yıllar boyunca cenazelerini alamayan insanların bazıları sevdiklerini o mezarlığa defnetmişti. Bazıları ise yakınını bulamamış olsa da oralar yas tutmanın mekânı hâline gelmişti. Bir hafıza mekânına dönüştü. Dêrsim’deki mezarlık, bir hafıza mekânı olarak inşa edilmişti. 90’larda hayatını kaybetmiş PKK’lilere ait cenazeler vardı. Dêrsim bölgesinde, Laç Vadisi gibi yerlerde, Haydaran aşiretine ve başka aşiretlere bağlı, 38’deki katliamda yaşamını yitirenlerin kemikleri de orada defnedilmişti. O mezarlığın duvarlarında, Türkiye sol sosyalist hareketinin devrimcilerinin fotoğrafları da vardı. Aynı mezarlığa TİKO gerillalarının cenazelerinin getirildiği de söyleniyordu.
Geçmişten bugüne mücadele ve hayatını kaybedenlerin anısı kolektif hafızada yer etmiştir. Orayı tahrip etmek, mezarlığa saldırmak, orada birikmiş olan hafızayı da yok etme anlamına geliyor. Mezarlığın yanı başına bir mekân inşa edilmiş. O mekânda, ölü bedenlerin çıkarıldığı yerlerde bulunan materyaller sergileniyordu. O dönem bütün Kürtler oralara gelerek o anlatıları dinliyordu. Oradaki hafıza, bütün ülkeye yayılıyordu. Bu mezarlıklara yönelik saldırı, mücadeleye dair yaşamış insanların teamüllerini ve hafızasını yok etmeye yönelik bir girişim anlamına geliyor.
 
“Minnesota Sözleşmesi var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve insancıl hukuk çerçevesinde, ölülerin haklarının korunması konusunda daha ileri düzenlemeler bulunmaktadır.”
 
*Mezarlık saldırıları ve yas hakkının ihlaline ilişkin uluslararası hukukta ne gibi düzenlemeler bulunuyor? Türkiye’deki mevcut düzenlemeler bu konuda yeterli mi? 
 
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak, 2021’de çalışmalarımıza başladık ve üç yıl boyunca aktif kaldık. Son bir yıldır aktif değiliz, ancak birçok panel ve uluslararası konferans düzenledik. Ölülere yönelik şiddeti engelleyecek yasalar nelerdir? Bu yasalar üzerine çeşitli değerlendirmeler yapıldı.
2016’da savaşın bir kez daha başlamasıyla birlikte, cenazelere katılmanın bir suç olarak değerlendirilmesi, özellikle milletvekillerine fezlekeler düzenlenmesi ve gazetecilere yönelik iddianamelerin hazırlanması gibi gelişmeler yaşandı. O dönem bu konu çok tartışıldı; cenazelere katılımın suç olmadığı, katılımın örgüt adına gerçekleşmediği gibi argümanlar öne sürüldü. Ancak bu meseleyi sadece hukuki bir çerçevede ele almak yeterli değildir. Bu durumu engellemeye yönelik mücadele yalnızca hukuki bir mücadele olamaz; bu, aynı zamanda politik ve etik bir meseledir.
Ölülerin ihmal edilmesi, şiddete maruz bırakılması ya da onlara hassasiyetle yaklaşılmadan defnedilmesi, insanlık tarihi kadar eski bir şiddet biçimidir ve yalnızca günümüzün meselesi değildir. Ulusal mevzuatta bu konuyla ilgili çeşitli mekanizmalar düzenlenmiştir. Bu haklar doğrudan ölünün hakkı olarak değil, onun hatırasına saygı gösterilmesi, bedeninin uygun bir biçimde defnedilmesi, yakınlarının eşyalarını alabilmesi ve cenazeye uygun şekilde veda etmesi gibi düzenlemeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu haklar, uluslararası yasalarda da yer almaktadır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük kayıplar, bu yasaların oluşmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Uluslararası Kızılhaç’ın oluşumu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında bu konuyla ilgili belirli maddelerin şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Bazı yasalar işkenceyi önleme yasaları kapsamında değerlendirilirken, aynı zamanda ölü bedenini de koruma altına almaktadır. Bazen bu düzenlemeler mülkiyet hakkı çerçevesinde, bazen ise yaşayanların hakkı olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu düzenlemeler tek başına yeterli değildir.
 
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi hukuk panelinde, uluslararası hukukçular katılarak bu meseleleri konuştular. Doğrudan ölünün hakkına dair bir yasa düzenlemek aslında neredeyse imkânsız. Ölüye dair bir düzenleme gıyabında yapılabilir, çünkü ölünün hakkı aynı zamanda metafizikle ilgili bir meseledir. Mevcut yasalar bile uygulanmıyor; birçok durumda, iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle değerlendirme yapılamıyor. Kişinin yaşamını yitirdiği atmosfer, yasanın askıya alındığı bir atmosferdir. Yaşamını yitirdikten sonra da aynı koşullar sürdüğü için hukuk yine işlememektedir.
Minnesota Sözleşmesi var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve insancıl hukuk çerçevesinde, ölülerin haklarının korunması konusunda daha ileri düzenlemeler bulunmaktadır. Ancak Türkiye, taraf olduğu tüm bu sözleşmelere rağmen, şiddet pratikleri ortaya çıktığında hukuk mekanizmalarını işletmemektedir.
 
“Bu süreçlerin tamamı politik bir kültür yaratmıştır. Bugün, mezarlıklara yönelik saldırılar ve ihmal, o hafızaya sahip çıkmanın önüne geçerek asimilasyona neden olmaktadır.”
 
*Kürt halkının cenazelerine yönelik saldırılar kültürel kimlik ve tarihsel açıdan nasıl bir anlam taşıyor? Bu saldırıların kültürel asimilasyon politikalarıyla bağlantısı var mı? 
 
Bu saldırılar birçok şeyle bağlantılıdır. En temelde siyasetin bir parçasıdır. 1900’lerden bugüne kadar süregelen eski bir şiddet, ihmal ve saldırı biçimidir. 1914’te Bitlis’te isyanların başlamasıyla birlikte, Koçgiri’de, Zilan’da, 1925’te Amed’de ve 1938’de Dêrsim’de toplu katliamların yaşandığını, Kürtlerin öncülerinin idam edildiğini ve mezarlıklarının kaybedildiğini biliyoruz. Şêx Said’in, Said-i Nursî’nin ve Seyid Rıza’nın mezar yerlerinin bilinmemesi de bu meseleye dahildir. O tarihten itibaren öldürme ve öldürmeye karşı çıkma pratiği, bedenini sahiplenme anlayışı Kürdistan’da bir kültür yaratmıştır. Bu, ölüm etrafında ortaya çıkan bir direniş kültürüdür aynı zamanda. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı itibarıyla PKK ile beraber çatışmalar sert bir biçimde yaşanmış ve devlet bu süreci "düşük yoğunluklu savaş" olarak nitelendirmiştir. Bu dönemde çok fazla toplu ölüm yaşanmıştır. O koşullarda, yasaklı bölgelerin ilan edilmesi nedeniyle cenazeler alınamamıştır.
 
2000’lerden sonra, İHD gibi kurumların yaptığı araştırmalarda, toplu ölümlerin yaşandığı yerlerde çok sayıda toplu mezar tespit edilmiştir. Zorla kaybettirilen cenazeler kuyulara atılmış, dere kenarlarında bırakılmıştır. Dargeçit belgesi çekildiğinde, orada da kuyulara atılmış cenazelere yönelik kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bütün bu süreçte, politik ölüm bir savaş alanına dönüşmüş, devletin egemenlik kurma sürecinde önemli bir yer edinmiştir. Kürtler, ölülerine sahip çıkarak mobilize olmaktadır. Karakollarla ilişkilenmekte, cenazelerini almak için kamusal alanları kullanmakta, sivil toplum örgütleriyle bir araya gelmektedir. Devamında MEYADER, MEBYADER ve yas evleri kurulmuştur. Bu süreçlerin tamamı politik bir kültür yaratmıştır. Bugün, mezarlıklara yönelik saldırılar ve ihmal, o hafızaya sahip çıkmanın önüne geçerek asimilasyona neden olmaktadır.
 
“Teknik bir iş gibi bakmamak gerekiyor, bu zihniyeti değiştirmek için politik kavramlar üzerine tartışmak ve çalışmak gerekiyor.”
 
*Tüm bunlara baktığımız da bu hakların korunması için hangi mekanizmaların devreye sokulması gerekiyor? 
 
Kürtlere dönük tartışmaların çoğu, Kürtlerin belirli bir siyasal kategorizasyona indirgenerek yapılıyor. Kürtlerin gündelik hayatları, neler yaşadıkları ve politik ölümün Kürt halkını nasıl şekillendirdiği üzerine daha fazla düşünmemiz lazım. Karşındaki mekanizmayı inşa etmenin yolu budur. Orta Doğu’da yaşadığımız için Filistin’den Lübnan’a, Rojava’dan Avrupa’ya kadar savaşlar yaygınlaştırıldı. Bu çağda, çatışmalarda hayatını kaybeden insan sayısı oldukça arttı. İki dünya savaşı yaşandığında insan hakları temelli bir söylem vardı dünyada, her şeyin iyiye gideceğine dair bir umut vardı, ancak artık öyle bir noktada değiliz. Politik ölüm üzerine düşünmek, bunun karşısında bir mekanizma oluşturmak için önemlidir. Bunu doğru kavramlarla konuşmak gerekiyor.
Türkiye’de PKK’lilerin cenazeleri ya da Türk, erkek, Sünni dışında kalan öteki grupların cenazelerine yönelik saldırılar konuşuluyor, ancak bu tartışmalar çoğunlukla meşrulaştırılarak yapılıyor. Sosyal medya ve televizyonlarda kullanılan dilin kendisi de bu meşrulaştırmayı sağlıyor. Özgür Ülke Gazetesi’nde bir PKK’linin cenazesinin sürüklenmesine dair manşet bir haber vardı. Biz, yıllar sonra aynı durumu Hacı Birlik’in cenazesinde de gördük. Bunca zamana rağmen ana akım medya hâlâ aynı dili kullanabiliyor. O kişilerin yaşamları yaşamdan sayılmayıp “terörist” olarak adlandırılırken, ölü bedenleri de ölümden sayılmıyor. Farklı kavramlar kullanılarak insanlar insan dışılaştırılabiliyor. “Ölüm” fiili bile kullanılmıyor; onun yerine “etkisiz hâle getirildi” gibi ifadeler tercih ediliyor. Bu durum yalnızca Kürdistan’da gerçekleşse bile, aynı mücadeleyi yürütmek gerekiyor.
Kadınlar, yıllardır çatışmaların kadın cinayetlerini artırdığını söylüyor. Ölü bedene yönelik şiddet, diğer şiddet türlerini de tetikliyor. Bir kadının ölü bedeninin çıplak teşhir edilmesine karşı çıkmamak, diğer şiddet biçimlerinin de normalleşmesine yol açıyor. Bu mekanizmaların oluşturulmasının ilk adımı, kamusal alanda bu konunun birlikte tartışılması ve ortak bir dilin geliştirilmesidir. Bu şiddete son vermek ve mekanizmayı oluşturmak için yüzleşmek gerekiyor. Kürtlerin de kendileriyle yüzleşmesi gerekiyor. En ön sırada, Kürt cenazelerine yönelik şiddet yer alsa da, uzun yıllar boyunca farklı kimliklere ait ölüler de ihmal edildi. Ermeni katliamı sonrasında her yerde Ermeni mezarlıkları vardı ve Kürtler de onlara yeterince saygı göstermedi. Aynı şekilde Êzidilere, Süryanilere ve mülteci ölümlerine de gereken hassasiyet gösterilmedi. Bu meseleye yalnızca teknik bir konu gibi bakmamak gerekiyor. Bu zihniyeti değiştirmek için politik kavramlar üzerine tartışmak ve bu konuda çalışmalar yürütmek gerekiyor.
 
” Sağlık ve psikoloji üzerindeki etkilerine dair ayrıntılı raporlar, araştırma merkezleri gibi çalışmalar oldukça sınırlıdır. Ancak tüm bu yaşananlar bir örgütlenmeye ve direniş hattına dönüşmektedir.”
 
*Tüm bu yaşananlara baktığımız da nasıl bir siyasi mesaj var? 
 
Çok içinde olduğumuz için biricikleştirebiliyoruz, sanki sadece bizim başımıza gelmiş gibi düşünüyoruz. Ama bu durum her yerde yaşanmış ve hâlâ yaşanmaktadır. Bu durumun sömürgecilikle ilgisi vardır. Sömürge coğrafyalarında çatışma ve ölü beden etrafında siyasetin şekillenmesi paralellikler gösterebiliyor. Ulus-devletler, sömürgeleştirdiği coğrafyalarda benzer politikalar uygulayabiliyor. Türkiye’nin de farklı ülkelerden çeşitli pratikleri örnekleyerek uyguladığını söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın iyiye gidebileceği belirtilen bir dönemde, Fransız filozof Foucault iktidar çözümlemesi yaparken biyo-politika kavramını kullanıyordu ve şunu söylüyordu: Modern iktidardan önce, iktidarın ölüm emri verdiğini ve öldürmeye dair bir politikasının olduğunu belirtiyordu. Ancak modern iktidarın biyo-politikayı esas aldığını vurguluyordu.
Ancak yakın zamanda, Batı dışındaki sömürgeci coğrafyalarda Achille Mbembe, nekro-politika kavramını ortaya attı. Nekro-politika, biyo-iktidarın tek başına yetmediğini öne sürerek "ölüm siyaseti" olarak çevrildi. Bu kavram, akademide anahtar kavramlardan biri hâline geldi. Holokost ve Yahudi soykırımından sonra, Yahudilerin gündelik hayatı (siyasi ve ekonomik yaşamları) tamamen bu süreç tarafından şekillendirildi. Üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, bu durum anmalardan politikalarına kadar hâlâ belirleyici bir unsur olarak devam etmektedir. Ermeniler için de durum benzerdir.
Ermeni Soykırımı üzerine çalışan tarihçi Elyse Semerdjian, Deyr ez-Zor’a sürülen Ermenilerin burada yaşamlarını yitirmesi üzerine bir araştırma yapmıştır. Ermenilerin, soykırım sonrasında dünyanın farklı yerlerine gitmelerine rağmen, Deyr ez-Zor’a dönerek burayı bir anma yeri olarak kullandıklarını tespit etmiştir. Beraber kemikleri toplayarak gittikleri yerlere götürmeleri, buranın bir hafıza mekânına dönüşmesini sağlamıştır. Semerdjiyan, "kemiğin hafızası" gibi bir kavram kullanmaktadır. Üzerinden bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bu olaylar günümüzde yaşayan insanların hayatlarını etkilemeye devam etmektedir. Geçmişten bu yana hâlâ yüzleşemediğimiz, mezar yerlerini bulamadığımız öncülerimizin durumu gündelik yaşamımızı etkilemektedir. Bu figürler, Kürdistan’da hâlâ bir hayalet gibi dolaşmakta, direnişçi semboller olarak varlıklarını sürdürmektedir.
 
Savaşın ve çatışmanın Kürdistan’da nasıl sonuçlar doğurduğuna dair hâlâ kapsamlı bir araştırma bulunmamaktadır. Sağlık ve psikoloji üzerindeki etkilerine dair ayrıntılı raporlar, araştırma merkezleri gibi çalışmalar oldukça sınırlıdır. Ancak tüm bu yaşananlar bir örgütlenmeye ve direniş hattına dönüşmektedir.
 
“Hukuk kurumları uluslararası başvurularda bulunabilir; BM’nin Kayıp Kişiler Komisyonu’na, AİHM’e başvurabilir. Yüzlerce insan için başvuru yapılamasa da, tek bir dava üzerinden bile büyük kazanımlar elde edilebilir.”
 
*Kürt halkının yas hakkının korunması konusunda, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, uluslararası örgütlerin hangi adımları atması gerekiyor? 
 
İnsan hakları temelli yaklaşıp, sivil toplumu ve uluslararası kurumları çağırmaya çalışıyoruz. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak, Türkiye’de ölüsüne hakaret edilmiş, ölü bedeni ihmal edilmiş herkesi bir araya getirmeye çalıştık. Bunun içerisinde Kürtler, PKK’lilerin yakınları, direnişçilerin direnişine sahip çıkanlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler ve kadın örgütleri vardı. Kadınlar, bir dönem Türkiye kamusal alanında sömürgeci şiddetin sonucu olarak katledilen kadınlarla ilgili konuşurken, bu mesele yalnızca Kürdistan’a özgü bir durum gibi ele alındı. O dönemde "namus" adı altında öldürülen cenazelere Kürt kadın hareketi sahip çıktı. Türkiye’de kadın cinayetlerinin çoğu sahipsiz kalabiliyor. Mülteciler de bu çalışmaya dahil oldu. 
 
Son yıllarda mülteci meselesi giderek daha büyük bir sorun hâline gelmeye başladı. Ege Denizi bir mülteci mezarlığına dönüştü. Yunanistan’daki bazı kurumlarla çalışarak, adalarda cenazeleri tespit etmeye yönelik hukuk kurumlarıyla bir araya gelmeye çalıştık.  LGBT bireylerin cenazelerinin sahiplenilmemesi, gasilhanelerde yıkanmamaları, aileleri tarafından kabul edilmemeleri ve ölü bedenlerine dahi şiddet uygulanması gibi meseleler gündeme getirildi. Akademiye ve sivil topluma bu noktada büyük sorumluluk düşüyor. Bu sürecin kaydını tutmak gerekiyor. Bu şiddet olaylarının çoğunu özgür basından öğreniyoruz; bu kayıtlar olmazsa, yaşananları hiçbir zaman göremeyeceğiz.
 
"İnsanlık yerlerde sürükleniyor" manşeti olmasaydı, bu şiddeti kaydedemezdik. İnkâr çok fazla olduğu için, sivil toplumun bu şiddeti belgeleyip kayda geçirmesi gerekiyor. Kürdistan’daki kurumlar bunu yapmakta zorlanıyor. MEBYADER, cenazeye ve ailelere ulaşmaya, uygun bir biçimde dini vecibeleri yerine getirmeye çalışıyor ama bunun kaydını her zaman tutamayabiliyor. Hukuk kurumları uluslararası başvurularda bulunabilir; BM’nin Kayıp Kişiler Komisyonu’na, AİHM’e başvurabilir. Yüzlerce insan için başvuru yapılamasa da, tek bir dava üzerinden bile büyük kazanımlar elde edilebilir.
Bu meselelere yalnızca insan hakları temelli bakmamak gerekiyor.
 
Yarın: Toplumsal barış için hakikat: Dünya örnekleri ve dersler