Kadınlar için tecrit mekanları

  • 09:03 6 Haziran 2025
  • Jineolojî
 
“Kitlenin içinde tek başına ama herkes gibi olan yalnız insan gerçeği, bu kapatılmanın ve kuşatılmanın sonucudur. Bu tek başına ama herkes gibi olma, yalnızlaşma, sıradanlaşma ve unutulmayı getirir ki bu, insan için beyaz ölümdür. Bu insan, ölümden kaçışın bir yolu olarak, sürekli farklılaşmaya, dikkat çekmeye çalışır."
 
Zilan Narin
 
Yasa koyan kadının dokunulmazları ya da “tabuları”, bu yeni mülkiyet sistemi içinde engel olmaya başladıkça, kadının kendisi kapatılmaya başlanır. Devletleşmenin açığa çıktığı şehir formlarında nüfusun ve mekânın yönetimi için, ikamet edilen yerin, ekilen bağ-bahçenin, beslenen hayvanın sahibinin belli olması önemli görülmüştür. Yerleşik yaşamda merkeze oturan mekânın yaratıcısı kadın, yasa gücünü tam da yasayı koyduğu mekânda kaybeder. Kadının ve toprağın dokunulmazlığı, kutsalın olduğu kadar suç tanımının da ufuk çizgisi olur. Mülkün dokunulmazlığı olarak kanunlarla garantiye alınan bu durum, suçun tanımını da mülke tecavüz eksenine oturtur. Tecavüz, kelime olarak bir şeyin sınırlarını ihlal etmek anlamına gelir. Sınırların belirginleşmesi gerekir ki bu suç tanımı işletilebilsin. 
 
Tecrit, burada yasaya uymayana dönük kolektif bir tutum olmaktan çıkıp, mülkün korunabilme şartlarını oluşturmanın bir yöntemi olarak kapatma ve sınırlama şeklinde açığa vurur. “Özel mülktür girilmez” uyarısı, bu anlamda oldukça semboliktir. Bu mekânı toplumsal otoritenin alanı olmaktan çıkarıp, bireysel tasarruf alanına çevirir.  Bu açıdan, ilk kapatılma mekanlarının cezalandırma temelli değil, değişen toplumsal yapılanmanın kendini kurumsallaştırdığı kimlik inşa merkezleri olarak işlev gördüğünü belirtebiliriz. 
 
Kadının otorite alanı, evin ve ailenin sınırlarına çekildikçe toplumsal gücü erir. Toplumsal güç eridikçe, beden ve kapatılma arasındaki bağ gittikçe sertleşir. Erkeğin tasarrufundaki bir özel mülke dönüşür kadın bedeni. Kadın açısından beden ve kapatılma bağının en dolaysız şekilde kurulduğu mekanların işlevine baktığımızda, iktidar birikimindeki rollerini görebiliriz. Her biri kapatılma rejiminin farklı yüzleri olarak iktidar-mülkiyet-şiddet ilişkisinin topluma sirayet etmesinde etkili olmuştur. 
Ev sınırlarının dışına çıkan kadın, namussuzlukla yani kuralı bozmakla suçlanarak cezalandırılır. Sınırlarına riayet etmeyen beden cezalandırılır. Recm edilir, kırbaçlanır, köleleştirilir ve imha edilir. 
 
Fuhuşun kurumsallaşması da bu cezalandırmayla paralel gelişir. Sınırın dışına çıkan kadın, artık mülk ilişkisinin dışına çıkmıştır. Ancak bunun, erkeğin mülk birikiminin önünde bir tehdit oluşturmaması için kontrol altına alınması gerekir. Fuhuş sistemiyle bedeni satışa çıkarılan kadının sınırları belirlenmiş olur. Burada, evin sınırlarını ihlal eden kadınların erkeğin sınırlarında başka bir eve kapatılması söz konusudur. Genel ev, erkeğin cinsel arzularını tatmin etmesine kurgulanan bir mekân olduğu kadar, “sahibi olmayan kadını” mülkiyet düzlemine çeken bir mekân olmuştur. 
 
Tarihte, kadın manastırları, kadınların toplu olarak yaşadığı, düşündüğü ve ürettiği mekanlar olarak da karşımıza çıkar. Beguinler gibi kadın tarikatları, manastırlarda örgütlenmiştir. Ancak tapınaklar, kendini dinsel görevlerine adayan kadınlar için olduğu kadar, erkeğe “yük olan” ya da erkeğin yetkilerini sorgulayan, sınırları ihlal eden kadınlar için de bir kapatılma mekanına dönüşmüştür. Ev, tapınak ve genel ev üçlüsündeki kapatılmada, temel amaç cezalandırma değil, konumlandırmadır. Bu kapatılmada, bedensel ıstırap ve şiddet, ruhun şekillendirilmesinin, nefsin terbiye edilmesinin, kişinin otoriteye biat etmesinin bir parçası olarak rolünü korur. Böylece, sadece bir kapatılma alanı değil, meşru bir şiddet alanı da oluşturulur.
 
Modern Cezalandırma Sisteminin Mekanları
 
Bu mekanlar, cezalandırma mekanları olarak oluşturulmamış olsa da yapısal ve ideolojik olarak modern cezalandırma sisteminin temelini oluşturmuştur. Modern ceza sistemi, bedenin sınırlandırılması kadar, düşünce ve duyguların da sınırlandığı bir çerçeveye dayanır. Bedensel ıstırap varlığını korumakla beraber, ıslah etme ve işgücünden faydalanma esas alınır. Evin kadın açısından anlamı da böyle kurulmuştur. 
 
Köleleştirmeye veya bedenin cezalandırılmasına dayalı suç-ceza sisteminde öne çıkan mekanlar, zindan olarak tarif edilen kör kuyular, kalelerin derinlikleri olmuştur. Modern devlet olgusunun gelişmesiyle, zindandan cezaevi ve ıslahevine evrilen mekanların bu ilk kapatılma mekanlarıyla ilişkisi incelemeye değerdir. 
 
Örneğin, katı sınırları ve kuralları olan manastırlar, 6. yüzyılda cezası olanların alıkonulduğu mekanlar olarak kullanılmıştır. Yine ahlaksızlık yapan rahip ve rahibeler de arınmaları için manastırlar içindeki çalışma evlerine hapsedilmiştir. Manastır odalarının suçluların ıslah edildiği mekanlar olarak kullanılması, bir istisna hali olarak başlamış olsa da yaygınlaşmıştır. Justinian’ın Konstantin’de(bugünkü İstanbul), sokaklara yayılan “fahişeleri”, ıslah etmek/kurtarmak ve toplumu bu kişilerden temizlemek maksadıyla özel bir manastır kurduğu biliniyor. Yine, Fransız Napolyon’un 1862 yılında Fransa’da açtığı 12 hapishanenin 9’unun eski manastır olması bir tesadüf değildir. (Julia Hillner, Prison, Punishment And Penance In Late Antiquity). 
 
Zira, manastırlar, ruhun terbiye edildiği kadar bedenin de terbiye edildiği, davranışların kontrol altında olduğu inziva ya da çile mekanlarıdır. Modern hapishanelerde din vaizlerine verilen rol, bu modelin bir tekrarıdır.
 
Asurlar’da, hırsızlar, vergisini ödemeyenler ve yabancı esirler için kimi mekanların hapishane olarak kullanıldığı biliniyor.  Mezopotamya’da M.O¨. 300-400 yıllarında köleler, yabancı esirler, rüşvet almış görevliler, borçlular ve hırsızlar için hapishaneler inşa edilmiştir. İbranilerde hapis mekânı olarak boş sarnıçlar kullanılmıştır. İslam tarihinde halifeler döneminde hapishane olarak kullanılan mekanların, yine özel olarak inşa edilen hapishanelerin varlığı biliniyor. Roma ceza sisteminde hapis mekânı olarak saray ve kalelerin derinlikleri kullanılmış ancak sadece ceza infaz edilinceye kadar kullanılan geçiş mekânı olmuşlardır. (Julia Hillner, Prison, Punishment And Penance In Late Antiquity). Batı’da özel olarak inşa edilen ilk hapishanenin Hollanda’daki Amsterdam cezaevi (1595) olduğu söylendiği gibi, kimi kaynaklar da 1555 yılında Londra, Bridewel’de sokaklardaki dilenci ve serserilerinin kapatıldığı ıslahevini ilk hapishane olarak ele alır. (M. Zeki Uyanik, “Batı ve Doğu Kültürü Hapishane”, Mizanu¨’l-Hak Islama· İlimler Dergisi)
 
Daha önceki cezalandırma yöntemlerindeki mekân sadece bir araç iken, modern dönemde mekânın kendisi cezalandırmanın asli unsurlarından bir haline gelmiştir. Daha öncesinde, zaten mevcut olan mekanların izbe, karanlık köşeleri veya manastır gibi zaten kapalı olan mekanlar kullanılmışken, modern dönemin özelliği “suçluların” kapatılması için özel planlanmış mekanların oluşturulmasıdır. Amerika’da uygulanmaya başlayan Pennsylvania Hücre Sistemi ve Auburn Hücre Sistemi, günümüzdeki özel planlanmış hapishanelerin ana modeli olmuştur. Tutukluların bir arada kalmasına izin verilmediği, bedensel bir tecritin uygulandığı Pennsylvania ve tutukluların çalışma saatlerinde bir araya geldiği ancak iletişim kurmanın, ses çıkarmanın yasak olduğu Auburn sistemi, toplu hapis sistemleri, adeta bir laboratuvar olarak kullanılmıştır. Mekânsal ve ilişkisel düzenlemenin tutuklular üzerindeki etkisi gözlemlenerek, buna göre mekânda bulunmanın kendisini işkence haline getirecek yöntemler geliştirilmiştir. 
 
Böylece büyük kapatılma mekanları oluşturulmuş, bu mekanlarda kendi içlerinde ayrıca bölümlere ayrılarak kapatılma derecelendirilmiştir. Böylece zaman içinde tecrit, özel bir cezalandırma yöntemine dönüştürülmüştür. 
 
Tecrit Sisteminin Hegemonikleşmesi
 
Hapishane-cezaevi gibi sistemlerle cezalandırma-ıslah etme aracı olarak kapatılma, sistematik olarak geliştirilir. Yanı sıra, endüstriyalizm çağı ile birlikte kapatılmanın hegemonik bir yönetim aracına dönüştüğünü belirtebiliriz. İktidar-mülkiyet-şiddet ilişkisi, farklı bir düzlemde kapatmaya, kuşatmaya ve tecrit etmeye dayalı bir terbiye sistemi geliştirir. Kırsalda görece irade sahibi olan halk, şehirlerde toplu konutlara, gecekondulara, varoşlara doluşturulan kitlelere dönüşür. Fabrika ve atölyeler, bu kitlelerin zamanlarının ve bedenlerinin disipline edildiği, sermayenin terbiyesiyle bağımlılaştırıldığı mekanlardır. Endüstriyel zamanda duygusal ve duyumsal özerkliğin vaat edildiği tek mekân olarak evler, bu kitlelerin kendi varlığını dayandırdıkları tekil adacıklara dönüşür. Ancak, bu tekil adacıkların her biri sıradan bir mekân değil, irade ve otorite çatışmasının yaşandığı, yeni sahiplerle eski sahiplerin uzlaştığı bir meydandır artık. Kadınlar ve çocuklar da sermayenin terbiye çarkına alındıkları için taşlar yerinden oynamıştır. Bu meydanda mülksüzleştirilen erkeğin, elinde kalan tek mülk olan kadınlar ve çocuklar üzerindeki otoritesi sarsılmıştır. Bu sarsılmanın ıslahı için malum kurumlar devreye sokulur: Din ve cinsellik. Erkek, iktidarsızlığını başta genel evlerdeki kadınlar üzerinde cinsel güç gösterisiyle dengeler. Tanrı ve kendisi arasına giren yeni iktidarın şiddetini ise dini otoriteye yönelerek dengeler. İktidara maraz çıkaranlar, yasanın sınırlarını aşanlar cezaevlerine kapatılır, ancak suç ve ceza sisteminin kendisi iktidarın bir başka denge unsuru olarak kullanılmaktadır. Suç, kentli yaşamın yeni iktidar dengelerinde kendi gücünü gösterebileceği, sınırları değiştirebilecek bir imkana dönüşür. Hırsızlık, cinayet, kaçakçılık, uyuşturucu gibi suçlar, çeteleşen erkek gruplarının güç gösterisine dönüşür. 
 
Kapatılmanın bir yönetim biçimine dönüşmesinden kasıt, bu dengeleme operasyonlarıyla toplumsal iradenin açığa çıkabileceği direniş/çıkış ihtimallerinin kuşatılmış olmasıdır. Kapatılma, sembolik olarak duvara, sınıra işaret eder; direniş ve çıkış ise bu duvarın yıkılmasını, bir sınırın aşılmasını ifade eder. Kapatılmanın kırılma noktası, içerisi ile dışarısı arasındaki farkta açığa çıkar. Modern tecrit, bu farkın ortadan kaldırılmasıyla bir istisna hali olmaktan çıkar ve norm haline gelir. Bu fark temelde iki şekilde silinir. Birincisi doğallık: Öne çıkan yaşam formları hem mekânsal hem zamansal olarak sınırları kendinden menkul formlardır. Yani, zaten öyledirler, sonradan ekleme ya da dışardan bir müdahale izlenimi vermezler. Doğaldırlar. İkincisi aynılık: Sınırın ötesi, duvarın ardı, eşiğin ötesi, aidiyet bağı kurulan grupların dışı, içeriyi yansıtan aynalarla çevrilmiştir adeta. Her şey, her yer birbirine benzemektedir. Böylece bir yandan sınır yokmuş algısı yaratılmaktayken, diğer yandan duvarın ötesindeki yaşam ihtimalleri görünmezleştirilmektedir. Bu, içeriyle dışarının aynılığı yanılsaması bir kuşatma yöntemidir. Sadece mekânsal olarak değil, zihinsel olarak da. Kapatılma, kuşatma ile tamamlanmakta ve tecrit böylece kalıcılaşmaktadır. 
 
Tecritin norm haline gelmesiyle isyan, karşı koyma, kabul etmeme bir istisna haline dönüşmektedir. Ama bu istisnalar, yeni düzenin tek tipliği içinde daha fazla göze dokunur, daha bir aykırıdır. İşte, istisnanın bu yıkıcılığı ile baş etmek ise yeni cezalandırma paradigmasının temelini oluşturur. Bu cezalandırmanın amacı, “suçun” karşılığının ötesinde, mekânsal ve ilişkisel düzlemde hegemonyanın yeniden kurulmasıdır. Yani tecrite uymayanın, göze kelem olanın aleni bir şekilde cezaevine kapatılarak hücrede tecrit edilmesi, genel düzlemdeki tecritin görünmezliğini sürdürmesi için şarttır. Bu hücre, kimi zaman gökdelenlerin arasında ucube muamelesi gören bir gecekondu olur. Kimi zaman, sokak ortasındaki bir deli… Farklı olanın yalnızlığı öne çıkarılarak, kitlesel olan yalnızlık gözden ıraklaştırılır. 
 
Ancak, gündelik yaşam açısından baktığımızda toplumsal ve mekânsal olarak, kapatılmanın bir rejime dönüşmesi ile hapishanenin varlığına değil, koşullarına olan itirazlar daha fazla öne çıkar olmuştur. Her şeye rağmen, hapishaneler “duvarın ardında ne var?” merakını arttırdığı için hem kendi içerdekiler hem de dışarda kalanlar açısından kuşatmanın adının konulduğu bir itiraz merkezine dönüşür. 
 
Tecrit konusu hapishane sınırları içindeki bir işkence yöntemlerinden biridir. Ama sadece hapishaneyle sınırlanan bir yöntem değildir. Hapishanede uygulanabilir olması, günlük yaşamda uygulanıyor olmasındandır. Günlük yaşamda uygulananın görünmez olması ise hapishanede uygulananın bir istisna hali olarak sunulmasındandır. Günlük yaşamda tecridi uygulanabilir kılan, mülkiyet sistemi ekseninde kurulan duvarların, sınırların yasalaşması olmuştur. Bu yasa, erkeğin ve devletin yasası olarak toplumsallığı ağır bir çürümeye bırakan, tekilleştiren bir sistemin temeli olmuştur. Kendine ait bir zaman ve mekânın var olması, bu yasallığa dahil olmanın bir gerekliliği olmaktadır. Bu hikâyenin başladığı yer olan kadınların kapatıldığı evler, böylece “sıcak yuvaya” dönüşmüştür. Endüstriyel zamanda sermayeye dönüşen emek-zaman ilişkisinde disipline edilerek kişiselliğinden ve toplumsallığından soyutlanan beden, bu sıcak yuvada duygudaşlığın ve kendine dönen bir emeğin alanına girer. İnsanlaşır. Bu yüzden bu sıcak yuvanın kurulması ve sürdürülmesi için her şeye katlanılır. Kadın, saçını süpürge eder; insanlaşma yuvasını, kendi emeğinin görünmezliği pahasına kurar.   Bu yuvanın sıcaklığı, kadınların sadakati, itaati, fedakarlığı, merhameti ile mümkündür. Kadın, nerede olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın, bu duyguların yoğunluğuyla sınanır. Evine ve ailesine bağlılık, bir ufka dönüşür. Üstelik, bu yuvanın dışında varlığını anlamlı kılacağı yollar kapatıldığı için, nereye gitse de geri dönecektir. Bu ufkun genişliği, sınıfsal bir karakter taşır elbette. Ancak, kadından beklenen görevleri ne kadar ve nasıl gerçekleştirdiği, nereye kadar gidebildiği değişse de yasa aynıdır. Belki de birçok kadının kendi yaşamları pahasına canla başla evi çekip çevirmesi, bu zorunluluğu unutmak içindir. Bu yuvayı ayakta tutmanın kendisi bir şiddet olurken, beklenen ufkun dışına taşan her bir an şiddet konusu olur. ‘Sıcak yuva’ ve hapishane, sınırların aşılması halinde açığa çıkan şiddetin meşruluğuyla birbirine bağlanmıştır. 
 
Sonuç itibariyle, tecrit meselesi, modern ceza infaz sisteminin herhangi bir uygulaması olmasından ziyade, iktidarın ideolojik bir kurumsallaşması olarak mekânın içinde nasıl hareket edeceğimizi, neyi nasıl duyumsayacağımızı düzenleyen ve sınırlarını çizen bir sistem olmaktadır. Tecrit sistemi, mekânsal olarak kapatılmış ve duyumsal/zihinsel olarak kuşatılmış toplumsal düzenin normalleştirilmesiyle tamamlanır. Kabul-red ölçülerini belirleme iradesini iktidara kaptırmış toplum, toplumsallığını yitirerek kitleye dönüşür. Endüstriyalizmle dayatılan kitlesel üretim ve tüketim düzeni, mekânın ve zamanın kullanımını disipline ederek kapatılmanın mekanlarını genişletir. Bu kapatılma mekanları tarihsel olarak kadınların ev-genel ev-tapınak ekseninde yoğunlaşmışken, yeni düzende fabrikalardan alışveriş merkezlerine, gecekondulardan gökdelenlere, güvenlikli sitelere kadar yaygınlaşmış formlar kazanmıştır. Ceza hukuku kapsamında resmi olarak tarif edilmiş kapatılma mekanları olarak cezaevi hücreleri ise hem yeni tecrit düzenin yasalarına uymayanların cezalandırılması hem de dışardaki tecridin görünmezleştirilmesi gibi ikili bir rol oynamaktadır. Kitlenin içinde tek başına ama herkes gibi olan yalnız insan gerçeği, bu kapatılmanın ve kuşatılmanın sonucudur. Bu tek başına ama herkes gibi olma, yalnızlaşma, sıradanlaşma ve unutulmayı getirir ki bu, insan için beyaz ölümdür. Bu insan, ölümden kaçışın bir yolu olarak, sürekli farklılaşmaya, dikkat çekmeye çalışır. Ne kadar farklı olduğunu herkese gösterme, ispatlama arzusu ile telefona, sanal dünyaya bağımlı hale gelir. Ancak, tam da bunu yapmaya çalışırken yeniden aynılaşır. Bu kısırdöngüyü kırmanın, tecriti parçalayarak insanlaşmanın ve toplumsallaşmann yolu, kadınların özgürleşmesinden, sıcak yuvaların ve zindanların lağvedilmesinden geçmektedir.
 
Bu yazı, Jineolojî Dergisi’nin “TECRİT VE KAPATILMA” dosya konulu 33. Sayısından kısaltılarak alınmıştır.