Abdullah Öcalan: Komployu boşa çıkarmanın yolu halkların birliği

  • 09:01 30 Eylül 2023
  • Güncel
 
 
HABER MERKEZİ - Komploya nasıl maruz kaldığını ve boşa çıkarmanın yolunu 20 yıl önce anlatan PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Tarihi bir komplo ile karşı karşıyayız; komployu boşa çıkarmanın yegâne yolu, tüm düşmanlaştırma girişimlerine rağmen halkların demokratik birliğini geliştirmektir” diyordu.
 
İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde tutulan ve 30 ayı aşkın bir süredir kendisinden haber alınamayan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük uluslararası komplonun üzerinden 25 yıl geçti. Abdullah Öcalan'ın 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye'den çıkmaya zorlanması ile startı verilen ve 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirilmesi ile devam eden komploda, ABD'nin öncülüğünde 1949'da kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) içerisinde yer alan birçok devlet ve güç yer aldı. 25 yıldır süren bu hukuksuzluk giderek artarken tecridin yaşamın her alanına yayıldığını söylemek de mümkün.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan 2003’te kendisinin de yargılandığı Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında (Atina Karma Yeminli Mahkemesi Yargıç ve Jüri Üyelerine ve Atina Savunması) neden komploya maruz kaldığını ve faillerini anlattı.
 
‘Komplonun hedefi haline getirildik’
 
Ortadoğu'nun yeraltı-yerüstü zenginliklerine, petrollerine, toplumlarına ve yönetimlerine tam hâkim olma politikasını yürüten kapitalist dünya-sisteminin hegemon gücü olan İngiltere ve ABD’nin, geçmişten günümüze bu politikalarıyla işbirliğine girmeyen devlet, toplum, örgüt ve hatta bireyleri imha veya tasfiye etmeyi bir yöntem olarak uyguladığına dikkat çeken Abdullah Öcalan, “Biz başından beri Ortadoğu'da, halklar lehine bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgimizde ısrar ettiğimiz için bu tasfiye politikalarının, komplonun hedefi haline getirildik” diyor.
 
‘Özgürlükçü çizgiden vazgeçmeyeceğimi söyledim’
 
“Daha Şam’dayken İngiltere ve ABD elçiler göndererek kendilerinin Ortadoğu politikalarına uyum sağlamamızı, aksi halde tasfiye edileceğimizi söylemişlerdi” diyen PKK Lideri, işbirliği tekliflerini reddettiğine dikkat çekerek devamında komployu ve detaylarını şu sözlerle anlatıyor: “Halklar lehine özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgiden vazgeçmeyeceğimizi söyledim. Ardından Talabani gelerek bana, “Öcalan ne yaptın, başını belaya soktun!’ diyerek kararımı gözden geçirmemi istedi ve bu güçlerle işbirliğine girmeye ikna etmeye çalıştı. Ama bu teklifi de reddettim. ‘Ben ilke adamıyım, halklar lehine çizgi sahibiyim, halkların binlerce yıllık özgürlük eşitlik ütopyasını temsil eden bir özgürlük savaşçısıyım, başkalarının savaşçısı olmam’ dediğim için komployla tasfiyeme karar verdiler. Tasfiyemle birlikte PKK’nin de başsız kalıp dağılacağı hesaplanıyordu…
 
‘Tasfiye ABD İngiltere ve İsrail eksenli’
 
Tasfiye edilme kararı, 1998 öncesi alınmış ABD-İngiltere-İsrail eksenli bir karardı. Karar, yasa dışı olduğundan NATO Gladyosu eliyle adım adım uygulamaya konulacaktı. Benzer Gladio operasyonları, aynı zamanda Türkiye’yi kendilerine daha fazla bağımlı kılma operasyonlarıydı. Yine 9 Nisan 1996’da Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis ile ABD Başkanı Bill Clinton arasında Beyaz Saray’da gerçekleştirilen gizli görüşmede (Bu görüşmenin tutanağı sonradan basına yansımıştır.) benimle ilgili pazarlıklar yapılıyordu. Ortadoğu ve Suriye sahasında, 20 yıla yakın bir zaman geçirmiştim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulunmuştum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Ancak ABD-NATO-İsrail ve Türkiye’nin Suriye üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik kuşatması, 9 Ekim 1998 tarihinde zirveye ulaşmıştı.”
 
‘Afganistan için kullanılan bombalar önce bize kullanılırdı’
 
Suriye’nin bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulduğunu ifade eden Abdullah Öcalan, “Suriye yetkilileri, benden en kısa sürede ülkeyi terk etmemi istiyor, ‘Durma git!’ diyorlardı. Dağa çıkış, 40 yıllık rüyam olduğu halde üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkânı varsa bunun denenmesinin, tercih edilmesinin daha değerli olmasıdır. 9 Ekim 1998 çıkışını Zagroslara yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Dağa gitseydim Afganistan için kullanılan bombalar önce bize kullanılırdı. Savaş kişiselleşirdi…
 
Atina’ya, dolayısıyla Avrupa’ya gidişe karar kılmamda açıkladığım genel nedenlerle birlikte, özel olarak Yunanistan eski Ulaştırma Bakanı ve PASOK Milletvekili Kostas Baduvas’ın vaatleri etkili oldu. 6 Ekim 1998’de Şam’da, Ayfer Kaya’nın da tanıklık ettiği görüşmemiz sırasında Baduvas, Yunanistan Parlamentosu’nun 109 milletvekilinin Yunanistan’a gelmem yönünde daveti olduğunu hatırlatarak, Yunan hükümetinin Atina’ya gelişime destek verdiğini, kendisinin ülkesine geri dönüp hazırlıklara başlayacağını belirterek, Atina Havaalanı’nda beni karşılayacağı sözünü vermişti” ifadelerini kullanıyor.
 
Suriye’ye ait uçakla Atina’ya hareket ettik
 
9 Ekim 1998’de Şam Havaalanı’nda, Suriye’ye ait bir yolcu uçağıyla Atina’ya hareket ettiklerini anlatan PKK Lideri, Atina Hellinikon Havaalanına indiklerinde, bizzat davet eden, önceden her şeyin hazırlandığını bildiren ve karşılama sözü veren Baduvas’ın ortalıkta gözükmediğine dikkat çekiyor ve devamla şöyle diyor: “Baduvas beklenirken karşımıza Savvas Kalenteridis ve istihbarat üst düzey yetkilisi Stavrakakis çıktı. 9 Ekim’de Suriye’den geldiğimiz havaalanında bekletilirken, yanımdaki Ayfer Kaya, Baduvas’a gelmesi için defalarca telefon açtı. Baduvas, “Benim yapabileceğim bir şey yok, Başbakanlık’ta görüşmedeyim”diyerek gelmiyordu…
 
Daha sonra anlaşıldı ki, Suriye’den çıkarılarak Yunanistan tuzağına çekilmemde Baduvas şahsında İngiltere’nin rolü olmuştur. Bir İngiliz yetiştirmesi olan Baduvas’ın daveti, ABD-İngiltere-Simitis komplosunun ilk adımı olarak devreye konulmuştur. Bu andan itibaren nereye gidersem gideyim amansız takip ve kontrol, NATO ve ABD tarafından devam edecekti…
 
Büyük bir telaş ve tehditle aynı gün saat beşe kadar çıkmam gerektiği, aksi halde zorlanacağım biçiminde bir tavırla karşılaştım. Hiç beklemediğim ve hazır olmadığım bir durumdu. Dört-beş saat boyunca havaalanının transit bölümünde bekletildik. Rusya temsilcimiz Mahir Welat (Numan Uçar) tarafından  hazırlanan davetiyenin fakslanmasıyla birlikte Stavrakakis, Rus Büyükelçiliği’nde tanıdıkları olduğunu belirterek, vize işlemleriyle ilgilendi. Alelacele Yunan Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan özel bir uçakla aynı gün (9 Ekim) Moskova’ya götürüldüm. Uçağa refakatçi olarak da ‘fanatiğim’ Kalenderidis verilmişti!
 
Siyasi sığınma başvurusu
 
Moskova’ya indiğimizde, Rusya temsilcimiz Mahir Welat ve Rusya güvenlik elemanlarınca karşılandım. Yanlarında Jirinovski de vardı. Bir gece Jirinovski’nin evinde misafir edildikten sonra oradan bir dağ evine götürüldüm. Bu sırada yanımda bulundurulan güvenlikten sorumlu olan Rus görevliye siyasi iltica başvurumu verdim. Moskova’da geçirdiğim ikinci günde (11 Ekim 1998) Suriye’den ayrılmamın ardından geçiş noktalarını da içeren istihbarat bilgileri Ankara’ya ulaştırılmıştı. 11 Ekim 1998’da konuyla ilgili bir basın toplantısı düzenleyen dönemin Türkiye Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, “Bugün itibariyle Öcalan’ın Rusya’da olduğunu, müttefik bir ülkenin istihbarat örgütünün verdiği bilgiyle öğrenmiş bulunmaktayız” diyordu. “Hangi ülkenin istihbarat örgütü?” biçimindeki ısrarlı sorularla karşılaşmasına rağmen Yılmaz, yanıt vermeyecekti. Rusya Parlamentosu’nun alt kanadı Duma’ya, siyasi sığınma talebinde bulundum…Duma, bunun üzerine bana yönelik olarak izlenen kirli politikaları ve hukuksuz uygulamaları önce kınadı; sonrasında 4 Kasım 1998’de, 1’e karşı 298 gibi, neredeyse oybirliğiyle aldığı kararla sığınma talebimi kabul etti. Böylece Rusya Federasyonu’nun bana siyasi sığınma hakkı tanımasını onaylıyordu…
 
Duma’nın bu kararına ilk tepki, ABD’den gelmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin, yaptığı açıklamada, “Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, PKK’yi terör örgütü olarak ilan etmiştir. Rusya hükümetinden, Öcalan’ı hemen sınır dışı ya da iade etmek için gereken adımları atmasını istedik. Hiçbir ülke, bu ‘teröriste’ sığınma hakkı tanımamalıdır. Tekrar vurguluyorum, hiçbir ülke!” diyordu…
 
Sovyet sistemini satanlardı
 
Primakov’un Duma kararını kabul etmemesinde Rusya’daki ekonomik kriz önemli bir rol oynamış olabilir. Kaldı ki, Rusya’da reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi de yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve kirli-gizli istihbaratla bağlantılı çıkarlar, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanlardan özgürlük değerlerine saygı beklemem kendini kandırmaktı.
 
Kapitalist uygarlığın seçkin merkezlerinden Moskova, milyonların umudu olan sosyalizme karşı oynadığı alçakça oyunu, benim meselemde daha da tanınmaz bir biçimde, hiç utanmadan ve en ufak bir rahatsızlık duymadan oynayacaktı. Nitekim Duma’nın hakkımda 298/1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir kararının bile Primakov için anlamı olmayacak, hukuk dışı bir tavır sergilenecekti. Bu debdebe sürecinde, beni zorla Türkiye üzeri Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. O sıralarda bana refakat eden Rusya istihbarat yetkilisi Heba Çili, “Size Kıbrıs’ı hazırladık, gideceksiniz” demesi de bir imha operasyonuydu. Bu yolculuğun Türkiye üzerinden yapılacağını öğrendiğimde uçağın havada imhası ya da Ankara’ya indirilmesi ihtimali üzerine, gitmekten vazgeçtim…
 
Sonuçta Rusya’da durumun tehlikeli bir hal alması karşısında İtalya’daki temsilcimiz Ahmet Yaman aracılığıyla haberdar ettiğim İtalya Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) Milletvekili Ramon Mantovani’nin devreye girmesiyle 12 Kasım 1998’de Rusya’dan İtalya’nın başkenti Roma’ya geçtim. Böylece fırtınalı geçen ilk Rusya ziyaretim, 33 gün sonra son buluyordu.
 
Dostluk beklerken tutuklandım
 
İtalya’ya vardığımda, dostluk beklerken tutuklandım. Mahkeme, daha sonra tutuklamayı kaldırdı ama çok sert bir abluka altında tutularak, kaçırılmam için her yol denendi. İtalya’da benimle ilişkilenen güvenlik birimi de NATO’yla bağlantıları olan özel bir kuvvetti. D’Alema kabinesinin bu kuvvete karşı koyacak gücü olmadığı gibi, bu güçten haberi bile yoktu. Kimseyi dinlemiyor, kendi başına hareket ediyorlardı. İtalyan hükümeti, kendine güvensizdi ve belirleyici olma güçleri de yoktu. Bu birimin bana yaklaşımları da sert ve saygısızcaydı. Adeta bir suçlu muamelesi yaparak, parmak izlerimi aldılar, fotoğraflarımı çektiler. Gözaltı koşullarında tutuluyordum, kendi rızamla istediğim yere gitmeme de izin verilmiyordu. Daha sonra sağlık koşullarımı ileri sürmem üzerine, tıbbi müdahalelerin de yapılabildiği bir yere götürdüler…
 
Roma’da iltica başvurusu
 
Bu sırada, resmi makamlara yönelik siyasi iltica talebimi içeren yazılı başvuruda bulundum. Tüm olumsuzluklarına ve zorlanmama rağmen İtalya, diğer ülkelerden (Yunanistan, Rusya) farklı olarak, en azından resmi işlemler yapıyordu. İltica talebimi hükümet düzeyinde işleme koyan, ilk ve son ülkeydi. Bu talebimi görüşen mahkeme, “iltica başvurusu karara bağlanıncaya kadar, serbest bırakılmamın İtalyan Adalet Bakanlığının inisiyatifinde olduğu” şeklindeki ara kararını verecekti. Böylece mahkemenin bu ara kararına dayalı olarak, Roma’nın bir semti olan İnfernetto’da kalmaya başladım. Kalışım, hukuki bir güvenceye dayanıyordu…
 
Barışın sağlanması için çabalıyordum
 
Ben ise İtalya’da bulunduğum süre içinde Avrupa’da bulunma amacıma ilişkin olarak yaptığım açıklamalarla, Kürt sorununun demokratik çözümü ve barışın sağlanması için çabalıyor, bu yönlü çeşitli çağrılarda bulunuyordum…Bunlardan 26 Kasım 1998’de yaptığım bir açıklamaya tepki gösterenlerin başında, yine dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin geliyordu. Sözcü, “Öcalan bir an önce Türkiye'ye iade edilmelidir,” diyordu. Buna paralel olarak Türk hükümeti de İtalya’dan kendilerine iade edilmem yönünde talepte bulunmuştu…
 
İtalya’da korkunç psikolojik baskılara maruz kaldım
 
İtalya’da kaldığım 66 gün boyunca, korkunç psikolojik baskılara maruz kaldım. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir denetim kurulmuştu. Odadan ayrılmama bile fırsat tanınmıyordu. Polis, yatak odama kadar giriyordu. Kalmakta ısrar etmem durumunda, kaçırılma ihtimali bahanesiyle çok sıkı bir denetime razı olmam dayatılıyordu. Neticede, Ahmet Yaman’ın devreye girmesiyle İtalya Başbakanlığı tarafından tahsis edilen bir uçakla tekrar Rusya’ya gitmek zorunda kalacaktım…Tekrar Moskova’ya vardığımda tarih, 16 Ocak 1999’u gösteriyordu. Sonradan ortaya çıktı ki; İtalya’nın, “Öcalan’ı geri alın, size IMF’nin bloke ettiği 1998 yılı yardımının ilk bölümü olan 8 milyar dolarlık krediyi açtıralım” teklifi, Rusya tarafından kabul edilmişti…
 
Bu kirli anlaşma gereği de olsa beni ikinci defa ülkelerine çağırdıkları halde, daha sert bir uygulamayla karşılaştım. Rus istihbaratı çok alçakça davranıyordu. Bir odaya konulduk ve dışarıya bile çıkarılmadık. Adeta ‘demirden kafes’ içine alınmıştım…
 
Bülent Ecevit'in açıklamaları
 
Rus güvenlik görevlileri, 17 Ocak 1999’da bana, “Hükümetimiz, sizin burada kalmanıza müsaade etmiyor. Gerekçesiz sizin üç gün içerisinde Rusya’yı terk etmeniz gerekiyor ama gideceğiniz yeri biz belirleyeceğiz” diyorlardı. Ayrıca bana, hükümetin bu kararının aynı zamanda bir talimat olduğunu hatırlatarak, bunun da bizzat Primakov tarafından verildiğini belirtiyorlardı. Bir gün sonra, yani 18 Ocak 1999 günü Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksandr Lebedev, Türk tarafına “Öcalan, yakalanır yakalanmaz sınır dışı edilecek” sözünü veriyordu. Bülent Ecevit de aynı gün basına yaptığı açıklama ile bunu teyit ediyordu…
 
Durum değişti deyim Tacikistan’a götürdüler’
 
Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanmasıydı. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa, suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki karar, üst düzeyden ve kesindi. Kürdistan’a gitme isteğimi iletim. Önce, ‘Ermenistan üzerinden sınıra bırakabiliriz” dediler ama hemen ardından ifade ettikleri şuydu: “Durum değişti, Tacikistan’a gidiyoruz!’ Madeleine Albright’ın Moskova ziyareti öncesi (20 Ocak günü) oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirilip Rusya sınırları dışına, - sonradan Tacikistan’ın başkenti Bişkek olduğu anlaşıldı- köy evi gibi bir yere götürüldüm. Bu, zorla kaçırılmaydı. Burada 8 gün tam bir tecrit altında tutuldum, dışarıyla tüm ilişkilerim kesilmişti…
 
Uçuşun detayları
 
8 Şubat 1999 günü Saat 15.00 sıralarında, Büyükelçi Kostoulas, yardımcısı Yorgos Diakofotakis’i Kenya Dışişleri Başkanlığı Genel Sekreteri Kathourima’nın isteği üzerine yanına gönderir. Türkiye bu sırada beni Nairobi’den almak üzere gönderilecek uçağın hazırlıklarını yapmaktadır. Uçağın rotası belirlenmiştir. Bu uçak, 10 Şubat 1999’da İstanbul’dan kalkarak yerel saatle 16.00 sularında Uganda’nın Entebbe havaalanına iner. TC-CAG tescil işaretli Fransız Dassault imalatı Falcon 900B tipi bu uçak, Türk işadamı Cavit Çağlar’a aittir. Nergis havacılık şirketinin uçak filosunda yer alan uçağın özelliği ise hiç durmadan yedi saat yolculuk yapabilecek kapasitede olmasıdır. Uganda yetkilileri ile yazışmayı, Türkiye havaalanlarında güvenlik konusunda hizmet veren Gözen Havayolları yetkililerinden Mehmet Dülgeroğlu yapmaktadır. Dülgeroğlu, Entebbe havaalanı yetkililerine bir mektup gönderir. 9 Şubat tarihli mektupta şu bilgiler yer almaktadır: Operatör: Nergis Havayolları, Uçak tipi: Falcon 900B, Numarası: TC-CAG, Amacı: İş için-özel uçak. Mehmet Dülgeroğlu, uçak ve yolcular hakkında bilgiler verdiği mektubunda uçakta yer alan kişilere yardımcı olunmasını, söz konusu kişilerin vize işlemlerinin de orada halledilmesini ister. Dokuz kişilik operasyon ekibinde, Atilla isimli kaptan pilot, Sadık Sindal ve Yalçın Bal isimli iki mürettebatın dışında; beş MİT mensubu ve bir askeri tabip yer almaktadır. Türk işadamı heyeti (Muz tüccarları) görünümündeki operasyon ekibi, Amerikalılarla anlaştıkları üzere Kenya’nın kuzey komşusu Uganda’nın başkenti Kampala’ya giderek, beş günlüğüne Entebbe Lake Victoria hoteline yerleşerek Kenya’dan gelecek haberi beklerler.
 
Operasyon ekibindeki bazı isimler
 
Operasyon ekibindeki bazı isimlere ilişkin bilgiler, Uganda’da yayınlanan New Vision gazetesinde, “Entebbe havaalanındaki uçakta yer alan Türklerin isimleri” başlığı ile yayınlanır. Bu tim; Genelkurmay Özel Kuvvetler Birliği’ne bağlı bir tuğgeneral, bir albay ve Gülhane Askeri Tıp Akademisinden bir subayın da yer aldığı yedi kişiden oluşmaktadır. Ancak içlerinden birisinin ismi yabancıdır; Gelar Rahim Reha, Naki Kor, Hakan Yiğit, Murat Gürlay, Onur Ateş, Ali Sevgili ve Barış Tayfun. Bunları sonradan İmralı sürecinde öğrenecektim. Haber geldiğinde Kenya’ya hareket edecek bu uçağın o zamanki gerçek öğeleri silinerek sahte Malezya bayrağı ve öğeleriyle donatılacaktı. Aynı gün (10 Şubat 1999) Büyükelçi Kostoulas ve işadamı Yorgos Panos da Kenya Büyükelçiliği konutuna gelerek, beni bir kez daha Seyşeller planı adı altında elçilikten dışarı çıkmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. 13 Şubat 1999 sabahı yeni bir gelişmeye uyandık. Tüm bu güvence taleplerim ve ısrarla elçilik konutundan çıkmama kararlılığım üzerine, zorla dışarı çıkartma girişimleri devreye konulacaktı…
 
ABD koordinatörlüğünde…
 
15 Şubat 1999 sabah saat 08.00’de, Kenya Dışişleri Protokol Şefi, elçilik binasına gelerek Büyükelçi Kostoulas’ı, Dışişleri Bakanlığı Daimi Sekreteri Kathourima’nın yanına götürür. Büyükelçi Kostoulas odaya girdiğinde, Kenya İstihbarat Şefi Noan Arap Ta da orada bulunmaktadır. Yeni bir durum değerlendirmesi yapılmaktadır. ABD koordinatörlüğünde; Kenya Dışişleri Bakanlığında, Yunan (Pangalos ve Kostoulas şahsında) ve Kenya hükümetlerinin (Kathourima ve Noan Arap Ta şahsında) yasa dışı kaçırılmamla ilgili son bir durum değerlendirmesi yaptıkları, bunun sonucunu da 4 Şubat’tan beri hazırlıklarını yapmış olan Türk hükümetine bildirdikleri anlaşılıyor. Nitekim ortaya çıktı ki, Büyükelçi Kostoulas’ın Kenya Dışişleri Bakanlığında bu görüşmeleri yaptığı sırada, Uganda’nın Entebbe havaalanında beş gündür bekleyen ve içinde Türk ekibinin yer aldığı uçak Kenya/Nairobi havaalanına gelmek için işaret bekliyormuş. Nitekim bu görüşmenin ardından Uganda’da bekleyen Türkiye’ye ait uçak, aynı gün saat 11.00 civarında hareket işareti almıştır. Ardından bu uçağın belirleyici öğeleri hemen silinip, yerine sahte Malezya bayrağı ve öğeleri yerleştirilir ve saat 13.55 sıralarında, Nairobi Jomo Kenyatta havaalanına doğru yola çıkılır.
 
Nairobi havaalanına inen uçak, burada beklemeye başlar. Her şey önceden hazırlanmıştır. Anlaşma gereği, Türk ekibi uçaktan ayrılmaz. Yunanistan Büyükelçisi Kostoulas da yanına Kalenderidis’i alarak beni elçilikten çıkmaya ikna edecek, kapıdan çıktıktan sonra da Kenya yetkilisi Noan Arap Ta ve emrindeki polislerce kaçırılarak, havaalanında bekleyen Türk timine teslim edilecektim. Gizli anlaşmanın bu şekilde olduğu gelişmelerle ortaya çıkacaktı.
 
Her şeyin önceden planlandığının işaretiydi
 
Nitekim Büyükelçi Kostoulas, Kenya yetkilileri ile görüşmede yapılan anlaşma gereği, kendisine verilen görevi uygulamak için saat 16.30’da büyükelçiliğe dönecekti. Kenya hükümeti plakalı beş araba, üç Land Rover tipi cip, saat 18.00 sıralarında, tam 14 gündür bulunduğum, Büyükelçi Kostoulas’ın evinin bahçesine park etti. Beni cip ile zorla kaçıranlar, Kenya güvenlik ve istihbarat yetkilileriydi. Arabadakilerin hepsi siyahi adamlardı; dört kişiydiler. İlginçti; havaalanına vardığımızda, herhangi bir polis veya kontrol noktası da yoktu. Havaalanına direkt girdik ve doğrudan uçağa götürüldüm. Bu da her şeyin önceden planlandığının bir başka işaretiydi. Siyahi adamlar arabayı, havaalanında bekleyen uçağın kapısına dayadılar. Uçağın etrafındakilerin hepsi silahlıydı. Sivil giyimli; kimilerinin siyah gözlüklü, kimilerinin de yeşil gözlü, sarışın-kumral, iri yarı-uzun boylu olan bu şahısların, ellerinde otomatik tüfeklerle tertibat aldığını fark ettim. İsrailli de olabilirler ama daha çok Amerikalılara benziyorlardı. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi.
 
Uçak iki defa indi
 
Uçağa binme anına kadarki bölümde Türkler yoktu. Türkler, uçağın içindeydi. Bu uçağa girer girmez, içindeki Türk Özel Timi, bir şey demeden üzerime çullanıp, beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp, bantlarla her tarafımı bağlayıp, gözlerime de aynı kalın bantları yapıştırıp uçağın arkasına bıraktılar. Bilincim artık neredeyse tamamen gitmişti, yürüyecek durumdaydım ama düşünecek durumda değildim. İki saat sonra uyandım. Uçak iki defa indi; biri Mısır, diğeri ya İsrail ya da Kıbrıs’tı. Gemiyle 4 Şubat’ta boşaltılıp, benim için özel olarak inşa edilen tek kişilik ada hapishanesine getirildiğimde ise 16 Şubat sabahıydı. Aynı gün (16 Şubat 1999) Başbakan Bülent Ecevit, Türkiye’ye getirildiğimi kamuoyuna açıklayacaktı…
 
İlk tavrım konuşmamaktı
 
Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa da oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığı yapmadım. Ana tarafından kan bağı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım sonuna kadar konuşmamaktı…
 
Asrın en büyük ihanetlerinden birisi
 
Hemen anlaşılıyordu ki, konuşmama tutumu komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Ölümüm üzerine kurulan komployu detayları ile açıklamak ve boşa çıkarmak için yaşamak, daha doğru olanıydı. Her şey ölümüme göre ayarlanmıştı. Komployla, histeri düzeyine varan Türk şovenizmine beni havadan bir paket gibi sunarak, tam bir 20. yüzyıl ‘Roma arenasında aslana yedirme’ oyunu hazırlanmıştı. Ölümüm üzerinden elde edilmek istenen sonuç, ‘kaybetmiş bir Türkiye, kaybetmiş Kürtler’ olacaktı. Komployla onlarca yıl sürecek bir çatışma sürecini yaratmak istemişlerdi. Asrın en büyük ihanetlerinden birisi, kendini halen dost, özgürlük yanlısı gibi gösterirken; en mazlum ve kahramanlığa layık tavrın sahipleri, acımasızca yok edilecek ve unutturulacaklardı…
 
Kaçırıldığım bir gerçek
 
İmralı sistemi, kapitalist dünya/sistemin bana özel olarak inşa ettiği, hukuk ve yasaların nüfuz etmediği bir iradeyi zayıflatma, zamana yayarak çürütüp teslim alma alanı olarak tasarlanmıştır. Bunun için idam tehdidi dâhil, sağlığımı zaman içerisinde bozan ağır nemli ortamda, tecrit (dışarıyla tüm bağımın koparıldığı mutlak tecrit ortamı); bazen fiziki (Saç kazıtma, kimi aramalarda zorla yere yatırarak öldürme tehdidi) ve genelde psikolojik (24 saat kamera ve mazgal deliğinden gözetleme, mazgal kapısını açıp kapayarak gürültü çıkarma, alanı daraltıp nefessiz bırakma, hücre içinde hücre cezaları verme) işkence yöntemleri uygulandı. Örneklerle anlatmak istediğim, bu hapishanede uluslararası hukuk ve Türkiye yasalarının geçerli olmamasıdır. Hem hapishane koşulları hem de ilk olarak bana uygulanan hukuk dışı kaçırma boyutuyla İmralı hapishanesinin ilk Guantanamo olarak (Proto Guantanamo) devreye konulduğunu söyleyebilirim. Bu sürecin başından beri inisiyatifin ABD’de olduğu, İngiltere ve İsrail’in de önemli rol oynadığı; NATO Gladiosu, CIA, MOSSAD, MI6, Türkiye MİT’i ve Yunan istihbaratının işbirliğiyle kaçırıldığım bir gerçek…
 
Uluslararası komplonun mahkumuyum
 
İlk çivi Moskova’da çakıldı; ihanetin yılan soğukluğunu yaşadım. İkinci çivi Roma’da çakıldı; kapitalizmin ince oyunlarına karşı onurdan vazgeçmedim. Üçüncü çivi Atina’da çakıldı; eşi görülmemiş dostluğa bir ihanet karşısında adeta dilim tutuldu, felç oldum! Dördüncü çivi Nairobi’de çakıldı; idam cezasıyla arandığım Türkiye’ye teslim edildim. ‘Çar mih (dört çivi) komplosu’ sonucu, Marmara Denizi’ndeki İmralı tek kişilik ada hapishanesine -Hades mezarlığına- konulup, çarmıhta ölme (idam edilme) beklentisi içine alındım. Dolayısıyla Türkiye’nin değil, uluslararası komplonun mahkûmuyum…
 
Komployu teorik düzeyde anlatma
 
İmralı’da geliştirdiğim demokratik çözüm ve barış süreciyle onların imha planlarını boşa çıkarttım. İdam cezası kaldırıldı ama ölünceye kadar, ağır tecrit koşullarında, zamana yayılmış ve azar azar ölüme götürecek, idamdan da beter ‘ölüm koridorunda’ tutulmaya devam edecektim. Halen içinde tutulduğum bu statü, mutlak tecrit uygulamalarıyla sürdürülmektedir. Bu koşullarda bile, iğne ucu kadar olanakları değerlendirerek geliştirdiğim savunmalarımla, komplocu kapitalist modernite dünya/sistemine alternatif olarak geliştirdiğim demokratik modernite dünya sistemiyle yanıt olmayı başaracaktım. Böylece uluslararası komployu, teorik düzeyde aydınlatma, teşhir ve boşa çıkarma sağlanmıştı, ama pratikte demokratik çözüm ve barış için çabalarımı sürdürecektim.
 
Hesabını sormalıdırlar
 
Türkiye ve bizim üzerimizde oynanan oyunlara karşılık olarak biz, demokratik hukuk çizgisini, meşru savunma anlayışını oturtmaya çalıştık. Kürtleri bu temelde birliğe çağırıyorum; söze, güce davet ediyorum. Kürtler beni düşünerek değil, kendilerini düşünerek komployu iyi çözmeli ve bunun hesabını sormalıdırlar. Oyun içindesiniz, bunun bilincinde olmanız gerekiyor. Komplo, sadece PKK için değil, bütün Kürtler için önemlidir. Acınacak durumda olan ben değil, halkımızdır; savunulması gereken bireyin (Öcalan’ın) hakkı değil, halkımızın kolektif haklarıdır. Herkesin somut konumu ve görevi vardır; ben böyle istiyorum diye değil, yurtseverlik ve özgürlük görevleri için çalışılmalıdır.
 
Komployu boşa çıkarmaya çalışıyorum
 
Fiziki yaşamın bir önemi yok; gün gün, saat saat zaten ölüyoruz. Ama ülke için; Türkiye, Mezopotamya ve Kürdistan’da özgür yaşama aşkım var! Özgür yaşama aşkıdır ki, buradaki kıt imkânlarla iğne ucuyla kazar misali, tarihi uluslararası komplo karanlığını aydınlatmaya; demokratik çözüm, onurlu barış çizgisiyle de komployu boşa çıkarmaya çalışıyorum. Tarihi bir komployla karşı karşıyayız; komployu boşa çıkarmanın yegâne yolu, tüm düşmanlaştırma girişimlerine rağmen halkların demokratik birliğini geliştirmektir.
 
Sizleri tarihi sorumluluğunu yerine getirmeye davet ediyorum
 
Bu vesileyle ülke aydınlarına da sesleniyorum: Kapitalist hegemonyanın kendisine maske rolü vererek tekelinde tuttuğu demokrasiyi, bir oyun olmaktan çıkaralım; onurlu yaşam ve onurlu birliktelik esasları üzerinden biz kuralım. Demokratik çözüm temelli barış için üzerime düşeni yaptım, sizleri de tarihi sorumluluğunuzu yerine getirmeye davet ediyorum. Uluslararası oyunlara ancak bu temelde araç olmaktan kurtarabiliriz.”
 
 

Etiketler:

Okumadan geçme!