Doğalar arası ahenk için…

  • 09:05 22 Aralık 2023
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Kapitalist modernitenin topluma ve kadına olduğu gibi, doğaya yaklaşımı da ideolojiktir. Çünkü ruhsal ve düşünsel dünyasını tarım köy toplumuna karşıtlık üzerinden geliştirmiştir. Kapitalist modernitenin varlığı bu karşıtlıktan beslenmektedir. Bu nedenle ekolojik krizin bu boyutunu görmek önemlidir. İktidar ve sömürü tekellerinin doğaya yaklaşımı tamamen kullanma ve kendi hizmetine alma temelinde olmuştur. Geliştirdikleri savaşların hepsinin toplum, doğa ve kadın karşıtı olmasının böylesi varoluşsal bir nedeni vardır.”
 
Nagihan Akarsel
 
Yerin yüzünde bozulan ahengin sancılarını yaşıyoruz. Varoluşun bütünselliğe yaslanan dili toplumsal evrenimizde paramparça. Canlılar arasında yaşanan yabancılaşma anlam yitiminin en temel sebeplerinden biri. İnsanın toplum ve doğa ile arasındaki mekânsal ve zamansal kopuş tahakküme dayalı kurduğu ilişkilerin bir sonucu. Var olan ekolojik ve toplumsal sorunların kaynağında yer alan doğaya hükmetme fikri insanın insan tarafından tahakküm altına alınması ile başlamaktadır (Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi ve Doğrudan Demokrasi, Ekolojik Kriz ve Toplumu Yeniden Yaratma Zorunluluğu.)  Ve insanın insan tarafından tahakkümü de esasında erkeğin kadın üzerinde ki tahakkümü ile gelişiyor. Kadının erkek tarafından tahakküm altına alınması gerçeği bin yıllardır toplumdan doğaya doğru genişliyor. Yani evrenin oluş ilkesi olarak varoluşun diyalektiği, kadın ile erkek arasındaki tahakküm ilişkileri ile bozuluyor. Erkek egemen zihniyetin doğa ve toplum üzerindeki tahakkümü ile bu, derinleşerek devam etmektedir.
 
Yaşamın bütünsel döngüsüne haiz olan insanın doğayla ilişkisi başta doğayı anlamak ve kutsallaştırmak üzerinden gelişmiştir (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak). Doğa, hayatın kaynağı ile bilgilerin kaynağının aynı olmasını istemiştir ya da (Michel Foucault, Kliniğin Doğuşu, Tıbbi Algının Arkeolojisi).  Empedokles’in doğa şiiri evrenin ateş, hava, su ve toprak gibi dört yok edilemez öğeden oluştuğunu, bunların karşıt sevgi ve nefret ilkelerinin etkisi ile ayrıldığını öğretir. Ya da Goethe’nin dediği gibi: “Doğa! En küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor. Hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyor.”  Dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan insanın zaafına vurgu yapan Albert Einstein ise insanın bütün yiyecekleri, hayvanları ve doğayı kendine sunulmuş bir nimet saymasına dair öfkesini dile getirerek şöyle der:  “İnsan evren dediğimiz bütün içinde kendini diğer canlılardan ayrı tutuyor. Çevreyi istediği gibi kullanıyor. Yıkıyor, yok ediyor. Halbuki insanoğlu bu evrende zincirin sadece küçük bir halkası. Bunu reddederek aslında kendisine bir hapishane yaratıyor. İnsanın bu yanılgıdan kurtulması en büyük özgürlük. Tabii bu da tam olarak mümkün olmayabilir. Ama bu çabanın kendisi de bir özgürlük.” 
 
Burada insanın doğaya yaklaşımının bir özetini sunmaktadır. Zira ekolojik sorunların kaynağında da bu tahakküm ilişkileri yer almaktadır. Bu nedenle toplumsal kriz ile ekolojik krizi bir ve aynı gerçeğin ürünü olarak ele almak önemli olmaktadır. Hiyerarşi, iktidar, devlet yaratımları buradan kaynağını almakta, iktidarın kadının, doğanın, toplumun sömürüsüne dayalı sistemi ile yarattığı doğa karşıtı yaşam, ekolojik sorunların nedenini oluşturmaktadır. 
 
Ekolojik krizin ideolojik boyutu
 
Bilim ve tekniğin kapitalist modernitenin aşırı kar hırsı ekseninde toplum ve doğa aleyhine kullanılması bilimdeki kriz ve sistem krizi ile bağlantılıdır. Bu anlamda ekolojik krizin çağımızda en üst düzeyde olması tesadüf değildir. Zira kapitalist modernitenin topluma ve kadına olduğu gibi, doğaya yaklaşımı da ideolojiktir. Çünkü ruhsal ve düşünsel dünyasını tarım köy toplumuna karşıtlık üzerinden geliştirmiştir. Kapitalist modernitenin varlığı bu karşıtlıktan beslenmektedir. Bu nedenle ekolojik krizin bu boyutunu görmek önemlidir. İktidar ve sömürü tekellerinin doğaya yaklaşımı tamamen kullanma ve kendi hizmetine alma temelinde olmuştur. Geliştirdikleri savaşların hepsinin toplum, doğa ve kadın karşıtı olmasının böylesi varoluşsal bir nedeni vardır. Kapitalist sistemi oluşturan devlet, kent ya da sınıfları aşmak için de krizin temelinde bilimin bu ideolojik yönünün olduğunu görmek gerekmektedir. Bu konuda Abdullah Öcalan, Özgürlüğün Sosyolojisi kitabında şöyle demektedir: “İdeolojik olmayan bilimin olamayacağını anlamak gerekir. Önemli olan hangi toplumun ve sınıfın ideolojisi olarak bilme ve bilim olduğunu fark edip ona göre tutum belirlemektir. Ekoloji en yeni bilimlerden biri olarak bu çerçevede konumunu belirlerse sadece çevrenin değil, toplumsal doğanın da ideal çözüm gücü olabilir.”
 
Olgulara boğulan, her yeni günle beraber yeni bir disiplin oluşturan, bilim dallarını paralı bir mesleğe dönüştüren anlayış ekolojik sorunların da kaynağıdır. Doğanın ve toplumun kaynaklarının parsellenmesi, bilim merkezlerinin sorun üreten merkezlere dönüşmesi de bu gerçekle bağlantılıdır. “Bilimin toplumdan, özellikle kadından koparılışı aynı zamanda yaşam ve çevreyle koparılışı anlamına geliyor. Aynı zamanda analitik zekâ ile duygusal zekâ arasındaki bağın köklü kopuşu ve aralarındaki mesafenin sürekli büyümesi de birlikte gelişiyor.” (Abdullah Öcalan, Özgürlüğün Sosyolojisi). Bunun yarattığı sonuç ise 21. yüzyılda en üst düzeyde yaşanan kadın, yaşam ve toplum kırımı olmaktadır. 
 
Bilginin güç, bilimin iktidar ile özdeş kılındığı ataerkil zihniyetin hüküm sürdüğü kapitalist modernite sisteminin yaşama, topluma, kadın ile erkeğe dair tanımları da sermaye ve iktidar ilişkileri ekseninde olmaktadır. Yaşamı tanımlayamayan, toplumun ahlaki ve politik değerlerini sermayenin çıkar çarkına emanet eden, doğayı, toplumu, kadını tahakküm kurulması gereken bir nesne olarak ele alan ataerkil zihniyet ve pozitivist bilim anlayışı, yaşamın bütün alanlarında kurumlaşmış durumdadır.  Buna karşı anlamlı yaşam arayışını büyütmek, felsefesini oluşturmak ve alternatif sistemini yaratmak “zamanın ruhunu okumak”tan (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak) geçmektedir. Bu ise, felsefeyi “dönemini düşüncede kavramak” (Doğan Göçmen, “Hegel’in Felsefe Kavramı Kavramı Üzerine Bir Deneme”) olarak tanımlayan Hegel’in “zamanda olmak”, Öcalan’ın “an’da oluş” ya da “hem yürüyüp hem düşünme” şeklinde formüle ettiği varoluş ilkesine göre olmayı gerektirmektedir. 
 
Sermayenin küreselleşmesi ile yeni bir aşamaya geçen ve sadece büyümeyi esas alan kapitalist modernitenin günümüzde yaşadığı sistem krizinin sonucu, yaşam, toplum ve kadın kırımıdır. Kapitalizmin sonu gelmeyen bir büyümeye dayanması ile doğal çevrenin çoraklaşması, kadına yönelik şiddetin münferit değil sistematik olduğu gerçeği, toplumu cendereye alan tekelci sermaye ve iktidar güçlerinin ırkçı, cinsiyetçi, faşist yaklaşımlarına karşı gelişen halk ayaklanmaları şeklindeki çelişkiler mücadele alanlarının ne olması gerektiğini de belirlemektedir. Abdullah Öcalan tarafından sunulan demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı Demokratik Modernite paradigması bu gerçekle bağlantılı çağın ruhuna uygun bir çözümü ifade etmektedir. Ekoloji ve jineolojî de zamanın ruhunu anlamada temel iki bilim olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle bazı anlam yöntemlerine değindikten sonra her iki bilimin ekolojik bir toplum ve yaşam inşasındaki önemine odaklanmaya çalışacağız.
 
*Yazının Devamı “Diyalektiğin Yeniden Yorumlanması ” başlığıyla haftaya yayınlanacaktır. 
 
 *Bu yazı, Jineolojî dergisinin “Ekolojik Yaşam” dosya konulu 19. sayısından kısaltılarak alınmıştır.   
 

Etiketler:

Okumadan geçme!