Ferman hikayesi: Zamanın sandıklarında saklanan çocukluğum (2)

  • 09:01 30 Temmuz 2022
  • Portre
Yaşatan sandıklar...
 
Rojbîn Deniz
 
ŞENGAL - Katledilen, kaybedilen, kaçırılan Êzidîlerden daha kaçının inanılması güç yaşanmışlıkları vardır bilinmez… Ama biz ferman zamanında henüz çocuk olan Samar’ın gözünden yaşananlar dinlemeye devam ediyoruz…
 
Êzidîlerin kutsal toprakları Şengal’de halk, 3 Ağustos 2014 tarihinde tanıştı DAİŞ vahşeti ile… Ferman ile en çok da hedef olanların kadınlar ve çocuklar olduğu çokça yazıldı, çizildi, konuşuldu. Çocukların gözünden DAİŞ saldırılarının öncesi ve sonrasına kulak verdiğimiz Samar’ın hikayesinde, dün, Samar ve akranlarının çocuk algısıyla DAİŞ’i nasıl tasvir ettiklerini, DAİŞ’le ilk karşılaşmalarını dinledik. Saldırı döneminde henüz 10 yaşında olan Samar’ın dayısının kızı ve en yakın arkadaşı 8 yaşındaki Necva ile dayısının oğulları 4 yaşındaki Rıdvan, 6 yaşındaki Fuat, ferman günü DAİŞ tarafından kaçırıldı. Onu dinliyoruz… 
 
Samar hikayesini çok canlı anlatıyor. Mimikleri ve beden diliyle anlatımı uyum ve ahenk içinde sürüyor. Bir tek mimiklerinin anlattıkları onu anlamama yetiyor. Samar uzun boylu zarif bir kadın. Uzun saçları omuzlarında pelerin gibi duruyor. Saçlarına dokunmayı sevdiği, ellerinin hep saçlarında olmasından belli. Saçları üzerinden ona yapılanları unutmamış ve saçlarını korur gibi dokunuyor… 
 
Sonun belirsizliğinde yolculuk
 
“Bizi taşıyan araç hem hızlı hem de çok ağır gidiyordu. Yaşadığımız korku nöbetinde ilerlerken, biz mi yoksa bizi taşıyan araç mı ağırdı bilmiyorum ama sanki yol hiç bitmeyecek gibiydi. Yaşadıklarımızın hızlılığı da bizi resmen uçuruyordu. Bizi Şengal’deki Şebabi kontrol noktasına götürdüler. Bir süre öyle orada beklettiler. Saat gece 24.00’tü. Dedem ve amcaoğlumu araçtan indirdikleri gibi, bizden ileriye bırakmışlardı. En çok da dedemin yanına gitmek istiyordum. Onun insana güven veren bir yanı vardı. Cesaretliydi benim dedem. Onların etrafında birkaç DAİŞ’li durmuştu, sonra biri onlara işaret verdi. O işaretle dedemi ve amcaoğlumu bizim ilerimize, küçük çukurluk olan bir yere götürdüler ve götürdükleri gibi iki el silah sesi geldi. Her şey o kadar hızlı ve ani gelişti ki ne olduğunu hiçbirimiz anlayamadık. İkisini orada vurdular. Öyle gözümüzün önünde, yere düşen bedenlerini görmedik belki ama hemen yanı başımızda vuruldular. Dedem o yol boyunca bizi kurtarmak için çok çabalamıştı. Onun orada hemen yanı başımızda vurulması, beni hem çok etkiledi hem de bu duruma içten içe çok öfkelendim. Nenem donmuş gibiydi. Dedem yoktu ve bundan sonra bizi koruma sorumluluğu ona düşüyordu.” 
 
Özlemden korkmak
 
Samar DAİŞ’in eline geçmemek için dedesinin öncülüğünde gelişen yolculuğunu anlatırken sanki o günleri tekrardan yaşıyor ve heyecanlanıyor. Saklanma pozisyonlarını beden diliyle anlatıyor. O zamanların çocuk aklıyla DAİŞ’lileri kafasında ayılar olarak hayal etmiş. Yüzleri kapalı, kin dolu ses tonlarını duyunca, ayılara haksızlık yaptığını düşünmüş ve kafasındaki DAİŞ figürü Zilili köyünde değişmiş. Samar’ı en çok etkileyen durum da annesi ve babasından uzakta olması ve bir belirsizliğin içine sürüklenmesiydi. O durumda annesini özlemeye bile korkuyormuş.
 
DAİŞ’in ilk yarattığı psikoloji, insanları korku çemberine alarak teslim almaktı ve bu konuda başarılı da olmuştu. Korku nöbetine tutulmuş her insan, kolayca DAİŞ’in eline geçiyordu. Samar ve ailesi de DAİŞ’in tuttuğu birçok güzergahtan kendilerini kurtarabiliyor ama sonra hiç beklemedikleri bir anda onların ortasında kendilerini buluyor. Samar bunları anlatırken gözlerindeki öfkenin geçmediği görülüyor. Akıcı ve olayların gelişim aşamalarını detaylarıyla hatırlayarak anlatıyor. 
 
İlk kurtuluş denemesi
 
“Gece saat 24.00’ten sonra bir otobüs geldi, içinde Êzidî gençler, aileler vardı ve otobüsün şoförü DAİŞ’liydi. Bizi de o otobüse bindirdiler. Dedemin yerine geçen neneme bir biçimde tutunmuştuk. Yengem yaşananları algılamakta zorlanıyordu. Hamileydi ve sürekli ağlıyordu, dayım uzaktan ona bakabiliyordu. Erkekleri bize çok yanaştırmıyorlardı. Ben ve Necva da sımsıkı birbirimize sarılmıştık. Bizi ite kaka otobüse koydular ve Baduş Hapishanesi’ne götürdüler. Kaçırdıkları bütün Êzidîleri orada tutuyorlardı. Sayımız çoktu. Hatta ilk gittiğimizde içeride bizim için yer yoktu. Onun için bizi kapının eşiğine oturttular. Kadınların ve erkeklerin bölümü ayrıydı. Bizim oturduğumuz yerde bir küçük delik vardı ve biz o delikten erkeklerin tutulduğu zindanı görüyorduk. O zindanda binlerce Êzidî erkeği vardı ve onların çoğunluğu gençti. Yaş olarak büyük olan erkekleri katlediyorlardı. Kaldığımız zindanda iki Êzidî kızı kaçtı. Onların kaçtığını gördük. Hatta içimden dua ettim ve ‘Umarım başarırlar’ dedim.  Zindanın bahçesinden çıkıp epey bir mesafe uzaklaşmışlardı ki uçaklar geldi ve onların gittiği yöne vurmaya başladı. Uçakların vurmasıyla ciddi bir panik oldu ve herkes daha çok korktu. Kısa bir sürede bir sürü araç getirdiler ve bizi araçlara doldurup oradan çıkarttılar.
 
Erkeklerin ve kadınların ağıtları birbirine karıştı
 
Erkekleri bizden önce çıkarttılar ve nereye götürdüklerini bilmiyorduk. Onları götürürlerken çığlıklar koptu. Erkeklerin sesli ağladıklarını ve ağıtlar yaktıklarını ilk defa gördüm. Bu beni çok etkilemişti. Tüm kadınlar da buna eşlik etti. O gün o zindanda kopan çığlıklar belki de Irak’ın her yerinde duyulmuştur. Onların hepsini götürdükten sonra sıra bize geldi. Bizi de aynı biçimde otobüslere doldurup götürdüler. Bu kez de Tilafer’de bir okula götürdüler. Okula gittiğimizde baktık ki okulda da zindanda tutulduğu kadar insan vardı. Sayımız o kadar çoktu ki ne kadar olduğunu kestiremiyordum. Zaten sayacak kadar saymayı da bilmiyordum. Tüm Şengal halkı orada sandım. İçimden, ‘Biz ne kadar çokmuşuz’ diyordum. İlk defa bu kadar insanı bir arada görüyordum. Aslında hepimiz aynı duyguyu yaşıyorduk. Çünkü kendi köyümüz ve yakın köyler dışında hiçbir yeri görmemiştik ve ben Êzidîlerin ne kadar olduğunu da bilmiyordum. Onun için bana sanki tüm Êzidîleri burada toplamışlar gibi geliyordu.
 
Gidenlere ne oluyordu?
 
Herkes sadece ağlıyordu. Kadınların gözleri yaşlıydı. Ben de günlerce hep ağladım. Annemi çok özlemiştim. Onun yokluğunu çok hissediyordum. Onun için nenemi hiç bırakmıyordum. Bizi orada öldüreceklerini düşünüyorduk. Her giden bir daha dönmüyordu ve kime ne olduğunu bilmiyorduk. Biz her gidenin öldürüldüğünü düşünüyorduk. Ben, ‘Allah’ım ölmeden bir kez daha annemi göreyim. Ne olursun Allah’ım onu çok özledim’ diye sürekli dua ediyordum. Günde belki binlerce kez dua ederdim. İçimdeki ses duaya durmuştu. Nenem ‘Eğer insan çok dua ederse Allah onun dualarını kabul edermiş’ derdi. Ben de o çocuk yaşımla buna inanmıştım. Benim gibi bir sürü çocuk vardı ve birçoğu da benim gibi anne ve babalarından ayrılmışlardı.
 
Tilafer’de anne ve babası olmayan çocukları topluyorlardı ve Suriye’ye götüreceklerini söylüyorlardı. Sonra birden arkadan bir DAİŞ’li, benim örüğümden tutup beni arkadan çekti. Beni sürükleyerek otobüsün kapısına kadar götürdü.  Nenem arkadan koştu ve saçımdan tutan DAİŞ’linin ayaklarına kapandı.  ‘O benim kızım ve o hala çok küçük, onu götürmeyin’ diye yalvardı. Nenem durumu anlamıştı ve benim kulağıma fısıldayarak ‘Eğer sorarlarsa ben onun kızıyım diyeceksin’ demişti.  Nenem o DAİŞ’linin ayaklarına kapaklanmış ve hala yalvarıyordu ki bir başka DAİŞ’li geldi ve diğerine işaret yaptı ve ‘Bırak kızı annesinin yanında kalsın’ dedi.  O çete o zaman benim örüğümü bıraktı ve nenem bana sıkıca sarılıp, beni yanında tekrar içeri götürdü. O esnada beni tutan DAİŞ’li arkamdan bağırdı. ‘Bir gün mutlaka gelip seni kendime götüreceğim’ dedi. Onun o bağırışı ve söyledikleri beni çok korkuttu ama nenemin başarısı bana güven vermişti. ‘Nenem beni onlara bırakmaz, sırtım sağlam’ dedim kendi kendime. 
 
Koçolu kadınları ‘Allah’ın bize hediyesi’ diyerek götürdüler
 
Topladıkları çocukların büyük bölümünü götürdüler. Biz geride kalanları da başka bir okula naklettiler. Bizi götürdükleri yeni okulda Koço köyünden pek çok insan vardı. Her götürüldüğümüz yerde çok fazla yeni insan görüyordum. Sanki Tilafer ve Musul’daki okul ve zindanları Êzidîlerle doldurmuşlardı. Yeni geldiğimiz okulda Koço köyünden olan kadınları arıyorlardı. İçeri girip, ‘Koço köyünden olanlar kalksın’ diye bağırıyorlardı. ‘Koçolu kadınlar çok güzel, biz onları istiyoruz. Onlar bize Allah’ın hediyesi, onları almamız gerek’ diyorlardı. Okulda Koçolu olan kadınlar ve kız çocuklar kendilerini saklıyorlardı ve Koçolu olduklarını söylemiyorlardı. Ama ona rağmen o DAİŞ’liler birçoğunu tanıyor gibi gidip tek tek saklandıkları yerden onları alıyorlardı ve biz Koçolu değiliz diyenlere de ‘Siz yalan söylüyorsunuz’ diyerek zorla onları alıyorlardı. Hepsini daha önce tanıyor gibiydiler ya da bir biçimde tespit etmişlerdi. Çünkü bulunduğumuz yerde pek çok Êzidî kadın vardı. O kadar kadın arasında Koçolu kadınları öyle bulmak kolay değildi ama onlar buluyordu. O kadınların yüzlerinde de bir farklılık yoktu her Êzidî kadın gibi uzun saçlı ve kumral tenliydiler. Koyun seçer gibi tek tek Koçolu kızları seçip götürdüler. Çoğunu saçlarından sürükleyerek götürdüler.
 
Umutsuzluk
 
Bizi son getirildiğimiz okuldan da çıkardılar ve Qizilqiyo adında Tilafer’e bağlı bir köye götürdüler. ‘Her aile bir eve yerleşsin, erkekleri de getireceğiz burada kalacaksınız’ dediler. Bizi kandırdıklarını sandık ki öyle de oldu. Erkekleri getirmediler. Ben nenem, yengem ve 3 çocuğu birlikteydik. Bir hafta kaldıktan sonra tekrar gelip bizi aldılar. Sürekli yerimizi değiştiriyorlardı. Hepimiz umudumuzu kaybetmiştik ve bir daha geri dönemeyeceğimizi düşünüyorduk ama işte sonumuzun nerede olacağını kestiremiyorduk ve açıkçası hepimiz sonumuzu bekliyorduk. Nenem ağlayıp bana sarılırdı. ‘Keşke sen yanımıza gelmeseydin ve annenden ayrılmasaydın. Bizim hayatımız karardı ve senin de bizimle birlikte karardı’ diyordu.
 
Sandıkları ev ettiler
 
Sonra bizi Qizilqiyo’dan Helxidra köyüne götürdüler. DAİŞ sürekli ailelerin içinde kızları arıyordu. Ben ve dayımın kızı yüzümüze is sürüyorduk, saçlarımızı dağıtıyorduk ve erkek elbisesi giyiyorduk. Bizim kaldığımız evde sandıklar vardı, o sandıklara giriyorduk, bütün gün o sandıklarda kalıyorduk. DAİŞ’liler eve geliyorlardı, bakınıyorlardı ve kız görmeyince çıkıp gidiyorlardı. Sabah saat 4’ten gece saat 12’ye kadar o sandıklardan hiç çıkmıyorduk. Yemiyor, içmiyor, tuvalete gitmiyorduk ve hatta öyleydi ki hareket bile etmiyorduk. Bazen yer değiştiriyorduk, örneğin bir gün sandıkta kalmışsak ertesi gün sandıkta kalmıyorduk. Bir sonraki gün buzdolabı, derin dondurucu bizi saklayabilecek ne varsa içine giriyorduk.
 
Bizi bıraktıkları evlerde, eskiden insanlar kalmıştı yani sanki Şiilerin köyleriydi ve onlar da DAİŞ geldikten sonra kaçmışlardı. Evlerde hemen her şey vardı. Girip saklandığımız yerlerde bazen nefes bile alamıyorduk. Boğulacak gibi oluyorduk. Kontrol saatleri belli olmadığı için biz tedbir olarak sabah erken saatlerde saklanmaya başlıyorduk. Kendimizi o kadar çok kirletiyorduk ki bazen nenem onlar bile yanımızda duramıyordu. O yöntemle bir süre kendimizi koruduk. Sonra tekrar yerimizi değiştirdiler. Hepimizi büyük bir eve götürdüler. Oraya toplanan bütün aileler aynı yöntemle kızlarını saklamışlardı. Birbirlerine yöntemlerini anlatıyorlardı. 
 
Nenemi aldılar…
 
Bir gün bir emirleri geldi, yanındaki DAİŞ’lilere talimat verdi ve ‘Aralarında kızları arayın, saklanmış olmasınlar’ dedi. Anladık ki onlar da bizim saklandığımızı fark etmişlerdi. Çok aradılar ancak o zaman da kimseyi bulamadılar. Bizi oradan da Kesil Mihrap köyüne götürdüler. Yine aynı yöntemle bizi evlere dağıttılar ve etrafımıza DAİŞ’lilerden bir duvar yaptılar. Yine ev ev gezerek kadınları topluyorlardı ama bu kez genç kızlar değil yaşlı kadınları topladılar. Benim nenemi aldılar ve eve göndereceklerini söylediler. Biz de nenemin arkasından gittik ve ‘En azından küçük çocukları da beraberinde götürsünler’ dedik, almadılar. Aslında o zaman bize söylenene inanmıştık ya da inanmak istemiştik. Öyle durumlarda en kötü ihtimale bile inanıyorsun, ‘ya olursa’ diyorsun. Arkalarından gittiğimizi görünce bize dönüp, ‘Sizi de öldüreceğiz’ dediler…”
 
Yarın: Okulda esaret zamanından zincirli hücreye