
Barış Akademisyeni: Barış sözümüzün arkasındayız
- 09:06 11 Ağustos 2025
- Güncel
Melek Avcı
ANKARA - Barış Akademisyeni Yasemin Özgün dün olduğu gibi bugün de 2016’da verdikleri barış sözünün arkasında olduklarını ifade ederek, “Kadınlar olarak barışa ihtiyacımız var çünkü yaşadığımız her türlü şiddetin ve eşitsizliğin kökleri savaşla doğrudan bağlantılı” dedi.
2016 yılında, Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce akademisyen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atarak savaşın değil barışın tarafında olduklarını ilan etti. O isimlerden biri de, akademik özgürlük ve insan onurunu savunmaktan asla vazgeçmeyen Yasemin Özgün’dü. Hedef gösterildi, baskıya uğradı, susturulmak istendi. Ama o, karanlığın en yoğun olduğu anlarda bile, “Biz barış dedik, bedeli ne olursa olsun yine barış diyeceğiz” diyerek, hem mesleğini hem de hayatını hakikatin yanında konumlandırdı.
Barış için Kadın Girişimi’nde başlayan yolculuğunu bugün “Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi” ile sürdüren Yasemin Özgün, yeni inşa sürecini değerlendirdi.
“Büyük bir zulüm yaşandı ve insan haklarına aykırı pek çok uygulama gündeme geldi. Bunları duyuyorduk, bunlardan haberdardık ama elimizden çok bir şey gelmiyordu. Bu konuda bir imza kampanyası düzenlemek ve sesimizi biraz da olsa duyurmak istemiştik.”
*Bir barış akademisyeni olarak o dönem barış taleplerinizi yansıtmıştınız. Geçmişe döndüğümüzde her şey nasıl başladı ve barış için harekete geçmenize neden olan süreç neydi?
Barış akademisyeni olmamız, ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza atmamızla başladı. Ancak öncesinde de barış çalışmaları içinde yer almıştım. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ndeyken Barış Meclisi kurulmuştu ve çeşitli barış çalışmaları yürütülüyordu. Barış İçin Kadın Girişimi’nin bir üyesiydim. Eş zamanlı eylemler yapıyor, farklı illerde birçok faaliyet gerçekleştiriyorduk. Dolayısıyla barış her zaman gündemimdeydi. Ben siyaset bilimciyim; aynı zamanda feministim. Bu nedenle bir akademisyenin, bilim insanının toplumsal olandan uzak kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Her zaman toplumla olan bağımı güçlü tutmaya çalışan biriyim. Bu minvalde yaşananların uzağında kalmam mümkün değildi. Bunca savaşın, yıkımın ve savaşın getirdiği acıların karşısında sessiz kalamazdım. Birçoğumuz kalamadık zaten. Dolayısıyla 2016’da barış bildirisini imzaladık. O dönemin koşullarında biliyorsunuz; Cizre’de, Sur’da, Diyarbakır’da, Nusaybin’de pek çok yerde çatışmalar yaşanıyordu ve insan haklarına aykırı uygulamalar gerçekleştiriliyordu. Buzdolabında saklanan çocuk cesetlerinden, ateş altında kalan ve cenazesini almaya bile çıkamayan halklardan bahsediyoruz. Büyük bir zulüm yaşandı; insan haklarını ihlal eden pek çok uygulama gündeme geldi. Bunları duyuyor, bunlardan haberdar oluyorduk ama elimizden çok bir şey gelmiyordu. Bu nedenle bir imza kampanyası düzenlemek ve sesimizi, ne kadar kısıtlı da olsa, duyurmak istedik.
“Barışa bir katkımız olsun, bir şeylere sesimizi çıkarabiliriz hem Türkiye hem dünyada biraz daha yankı uyandırabiliriz diye düşündük. Ama öyle bir şiddete uğradık ki bir süre sonra sadece kendimizle ilgilenmeye başladık. Tabii ki barış sözümüzün her zaman arkasındaydık.”
*Binlerce imza toplanmıştı diye biliyoruz. Bu imzaların altındaki irade neyi yansıtıyordu ve o süreçte nelerle maruz kaldınız?
Aslında yaptığımız, o zaman için çok büyük bir şey gibi gelmemişti. Hatta bize, ‘Siz ancak imza atmayı bilirsiniz’ diyenler bile oldu. Belki de haklıydılar, bilmiyorum. Daha fazlasını herkes yapmak isterdi. Fakat büyük bir baskı ve şiddet ortamındaydık. O kadar derin bir çaresizlik vardı ki… Normalde bu tür imzalar 200 kişiyi geçmez, belli isimler sürekli imza atar ama pek bir şey değişmezdi. Bu kez öyle olmadı. Önce aşağı yukarı bin 118 imzaya ulaştık; bu çok yüksek bir rakamdı. Hatta yetişilemiyordu. İmzaları siteye giriyor, sonra tekrar gelen imzaları eklemekte arkadaşlarımız zorlanıyordu. Dolayısıyla çok büyük bir ilgi oldu çünkü insanların elinde artık yapacak başka bir şey kalmamıştı. Bir ses çıkarmak isteniliyordu. O kadar şeyi çaresizce izlemek, bir şey yapamamak, bu kadar güçsüz hissetmek; bunca zulüm, Taybet Ana’nın yaşadıkları, ‘Bodrumda aşk başkadır’ diye yazılan duvar yazılarının yarattığı öfke, üzüntü, şiddet… Bütün bunlar çok can yakıcıydı ve bir şekilde ses çıkarmak istedik.
Bir şeyleri değiştirmek istiyorduk. Zaten bildiri metninde de bir an önce bir çözüm süreci başlatılması gerektiğinden bahsettik. Bunun için insan hakları heyetlerinin gözlemci olabileceği bir süreç önerdik. Devleti bu konuda tutum almaya çağırdık. Suç unsuru taşıyan, suç isnadı oluşturabilecek bir metin değildi. Biz, “Burada yapılanlar suçtur ve biz bu suça ortak olmayacağız” dedik. Hem bir sorumlu yurttaş olarak, hem feminist bir kadın olarak, hem de bir akademisyen ve bilim insanı olarak sorumluluk hissederek bu bildiriye imza attık. Sonrasında yaşananları biliyorsunuz. En kötüsü şu oldu: Biz bunu barış için yaptık, barışa bir katkımız olsun, sesimiz hem Türkiye’de hem dünyada yankı bulsun istedik. Ama öyle bir şiddete uğradık ki, bir süre sonra sadece kendimizle ilgilenmek zorunda kaldık. Tabii ki barış sözümüzün her zaman arkasındaydık; fakat bir yandan duruşmalar, gözaltılar, tutuklamalar, mahkemeler… Arkadaşlarımız her üniversitede farklı muamelelere maruz kaldılar. Bir yandan işsizlik vardı, dayanışmak zorundaydık, bir arada durmak zorundaydık.
Farklı yaş gruplarından, farklı sınıfsal kökenlerden gelen bir topluluktuk; bu nedenle birlikte mücadele etmek de kolay değildi. Ama sonunda bir şekilde başardık. Geri adım atmadık. Barışta ısrar ettiğimizi, bugüne kadar değişik platformlarda ve farklı mecralarda dile getirdik.
“Kadın hareketi hep böyle tartışmalarla yürür. Birlikte ilmek ilmek örülerek bütün bu mücadeleler hayata geçirilir. Bu uzun soluklu bir süreç. Silahların bırakılmasıyla da tek başına bitecek bir süreç değil. Barış için ayrıca mücadele etmek gerekiyor, ilmek ilmek örmek gerekiyor.”
*Bugün yine bir çözüm ve inşa sürecindeyiz, siz de bugün tekrar barış talebi ile “Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi”nde yer alıyorsunuz. Yaşadığınız sürece rağmen bugün neden yine barış talebi ile orada yer almak önemli?
Barış İçin Kadın Girişimi, en son yaşanan Çözüm Süreci döneminde, yani 2013-2015 yılları arasında çalışmalarını sürdürdü. Barışın toplumsallaşması için ciddi bir çaba harcadı. O dönemde dile getirdiğimiz şey; adil, kalıcı, şeffaf ve kadınların içinde yer aldığı, müdahil olduğu bir barış talebiyle ortaya çıkmamızdı. Sürecin bu şekilde yürütülmesi gerektiğini savunduk. Bu doğrultuda pek çok çalışma yapıldı, rapor hazırlandı, buluşmalar gerçekleştirildi. Hem Kürt Kadın Hareketi ile feministler, hem de Türkiye’deki kadın hareketleri arasında iletişim kuruldu. O dönemde epey yol katettik.
Ancak süreç akamete uğrayınca ve otoriter rejim giderek el yükseltince, girişimin hızı kesildi. Hâlâ varlığını sürdürüyor ama çok aktif değil. Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi ise Ekim ayında, Bahçeli’nin açıklamalarından birkaç ay önce başladı. Ondan önce zaten bu inisiyatifi kurmak üzere yola çıkmıştık. Bu açıdan süreçle birebir örtüşen bir girişim değil. Barış için bir şeyler yapmamız gerektiği fikriyle, özellikle Gültan’ın seçim bildirgesini birlikte yürüttük. O dönemde Gültan, Diyarbakır’dan Ankara’ya köprüler kurmaktan söz ediyordu. Bu bildirge aracılığıyla da kadınların barış için bir araya gelmesinden bahsettik. TJA’nın başka çalışmaları da oldu. Zamanla, bu birlikteliklerden yola çıkarak barış sesini tekrar yükseltmemiz, kadınlar için barışın anlamı ve önemi üzerine yeniden konuşmamız, birlikte mücadele etmemiz gerektiğini düşündük.Gültan ve Sebahat’ın cezaevinden çıkmalarıyla beraber hem onlarla buluşmalar gerçekleştirildi hem de farklı illerde önce İstanbul’da başlayıp sonrasında diğer illere yayılan toplantılar yapıldı. Bu toplantılara değişik akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ve farklı toplumsal kesimler katıldı. Görüşler aldık; ‘Nasıl bir şey yapalım, ne yapalım?’ diye tartıştık. Kadın hareketi her zaman bu tür tartışmalarla yürür. Birlikte, ilmek ilmek örülerek bütün bu mücadeleler hayata geçirilir. Biz de bunun peşine düştük.
Ekim’den sonra Bahçeli’nin müzakere çıkışları başladı. Biz de hâlihazırda yürüttüğümüz barış mücadelesini sürdürürken, bu sürecin sahici ve onurlu bir barış getirmesi için taleplerimizi dile getirdik. Bunları kamuoyuyla paylaştık. Farklı gündemlere göre sesimizi duyurabileceğimiz pek çok eylem ve etkinlik gerçekleştirdik. Bu çalışmalar farklı illerde de devam etti ve hâlâ da sürüyor. En son, en acil üç talebimizi dile getirdiğimiz bir eylemi Meclis önünde yaptık. Ardından, Alevi katliamını protesto etmek için 10 ilde eş zamanlı bir eylem düzenledik. Şu anda da komisyon çalışmaları devam ediyor. Bu konu sürekli gündemde. Zaten sevgili Sırrı Süreyya Önder’in de hayatını kaybetmeden önce yaptığı açıklamalardan anladığımız üzere, bu uzun soluklu bir süreç. Sadece silahların bırakılmasıyla sona erecek bir süreç değil. Barış için ayrıca mücadele etmek, bunu ilmek ilmek örmek gerekiyor. Hele ki iktidarla olan ilişkiler göz önüne alındığında, baskıcı ve otoriter bir rejim altında yaşıyoruz; bunun çok daha zor olduğunun farkındayız. Dolayısıyla mücadelemiz devam ediyor.
“Biz kadınlar barışa ihtiyacım var derken neden barışa ihtiyacım var diyoruz. Türkiye'de pek çok kadın sorun yaşıyor, şiddete uğruyor, öldürülüyor. Toplumsal olarak yaşadığımız pek çok sorun var ve bunların savaşla çok ciddi bir bağı var.”
*Bu süreçte özellikle kadınların, akademisyenlerin, aydın ve yazarların nasıl bir rolü ve pozisyonu ne olmalıdır?
Barışın toplumsallaştırılması lafı çok edildi. Bu konuda herkesin aktif rol alması gerekiyor; aydınların, akademisyenlerin, bilim insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının… Barışı çoğullaştırmak, gerçekten toplumsallaştırmak ve iki-üç liderin bir araya gelip ana hatlarını belirlediği bir mesele olmaktan çıkararak halkın sahiplendiği bir sürece dönüştürmek gerek. Biz kadınlar ‘Barışa ihtiyacım var’ derken, neden böyle dediğimizi anlatmak zorundayız. Türkiye’de pek çok kadın sorun yaşıyor; şiddete uğruyor, öldürülüyor. Toplumsal olarak yaşadığımız birçok sorun var ve bunların savaşla çok ciddi bir bağı bulunuyor. Savaş, yalnızca belli bir bölgede yaşanan ve sadece Kürtleri ilgilendiren bir mesele değil. Biz, bu bağı kurarak meseleyi hep böyle dile getirdik. Bu bağı aklımızda tuttuğumuzda, herkesin üstlenmesi gereken çok büyük sorumluluklar olduğunu görüyoruz.
2016’da yaşadıklarımızdan bahsettim. ‘Yani ne olacak ki, eşit yaşıyoruz, rahat mı batıyor?’ diyenler oldu. Oysa Kürt sorununun ne olduğunu anlatmak gerekiyor. Bu, yalnızca birkaç gerillanın dağa çıkıp mücadele etmesinden ibaret değil. Bu, meselenin bir ayağı olabilir ama Türkiye’de 50 yılı aşkın süredir devam eden, hâlâ çözülemeyen bir Kürt sorunu var. Pek çok can kaybı yaşandı, insanlık dışı uygulamalar oldu; bir köye dışkı yedirildiği dönemler yaşandı bu ülkede. Dolayısıyla Kürtlerin birinci sınıf vatandaş olarak görülmesi, eşit yurttaşlık taleplerinin karşılanması ve barış ortamının sağlanması gerekiyor. Türkiye’de yaşayan halkların eşit şekilde bir arada bulunabileceği toplumsal ve siyasal bir düzen kurulmalı. Bu da, meselelerin konuşulması ve tartışılmasıyla mümkün. Sadece geçmişte, örneğin 1970’lerde yaşananlar değil; bundan sonra nasıl bir Türkiye olacağı, barış ve demokrasinin bir arada olduğu bir ülkenin koşullarının nasıl sağlanacağı da birlikte tartışılmalı.
Ana dilde eğitim meselesi var. Kendi ana dilini konuşamadığı için sağlık hizmetine erişemeyen kadınlar oldu. Şiddete uğradığında karakolda derdini anlatamayan, bu yüzden korunamayan ve katledilen Kürt kadınlar var. Bu, basitçe “tamam, herkes dilini konuşsun” denecek kadar yüzeysel bir mesele değil. Kısaca, meselenin bütün boyutlarıyla ele alınıp enine boyuna tartışılması gerekiyor. İkincilleştirilen, ikinci sınıf vatandaş olarak görülen, farklı dışlanma pratiklerine maruz kalan bir halktan bahsediyoruz. Kadınlar da benzer şekilde, zaten kadın olmaktan kaynaklanan pek çok ortak sorun yaşıyor. Buna, Kürt kadın olmanın getirdiği ek sorunlar da ekleniyor. Dolayısıyla bütün bunların tartışılması, konuşulması ve çözüm önerilerinin birlikte üretilmesi gerekiyor. Barışın toplumsallaşması meselesi, basmakalıp bir söz değil; gerçek, yaşamsal bir ihtiyaçtır.
“Bütün bunlar olurken bir barış süreci, müzakeresi, yürütmek çok mümkün değil ya da komisyon çalışması. Yani en başta acil taleplerin derhal yerine getirilmesi gerekiyor.”
*Biliyorsunuz Meclis’te bir komisyon kuruldu ve kadın temsiliyeti önceki komisyonlarda da burada da eksik kaldı. Sizin inisiyatif olarak dahiliyetiniz ne olacak?
Bu konuda bu hafta geniş katılımlı bir toplantı yapacağız. Tam da bu konuyu gündemimize alarak bir tartışma yürüteceğiz. Komisyondan ne bekliyoruz, nasıl müdahil olabiliriz ve taleplerimiz neler olabilir bunları konuşacağımız bir toplantı serisi yapmayı planlıyoruz. Tabii ki şu anda siyasi partilerin bile tamamının sürece katılıp katılmayacağı, yani daha henüz en baştaki temel meselelerin bile konuşulduğu oldukça geri bir noktadayız. Bir yandan da, adını bile koymadan; biraz önce bahsettiğim Kürt sorununu tartışmadan, sanki mesele kendiliğinden çözülecekmiş gibi davranılıyor. Numan Kurtulmuş’un, ‘Çok da uzun sürmeyecek, iki ayda hallederiz’ dediği kadar basit bir konu değil bu.
Hasta tutsakların salıverilmesi, en acil meselelerden biri. Biz, ‘Terörle Mücadele Kanunu kaldırılsın’ dedik; bu, en büyük taleplerimizden biriydi. ‘Sınır ötesi operasyonlar durdurulsun’ dedik. Tüm bunlar gerçekleşmeden bir barış süreci, müzakere ya da komisyon çalışması yürütmek çok mümkün değil. Öncelikle bu acil taleplerin derhal yerine getirilmesi gerekiyor. Elbette silahsızlanma süreciyle birlikte, silah bırakanların hukuki ve siyasi zeminde varlıklarını nasıl sürdürecekleri, nasıl tartışacakları ve nasıl var olacakları konularının da ele alınması gerekiyor. Bunlar öncelikli başlıklar; ancak mesele bununla sınırlı değil. Karşımızda gerçekten ‘Kürt sorunu’ dediğimiz, devasa boyutlara sahip bir sorun var ve bu sorunun barış ve demokrasi temelinde çözülmesinin pek çok boyutu bulunuyor. Artık tüm bu başlıkların açıkça konuşulması gerekiyor.