Kadın özgürlüğü... (1)
- 09:00 13 Kasım 2023
- Dosya
Kadın yaşamın kendisidir!
HABER MERKEZİ – Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın tarih boyunca kadının köleleştirilmesinin toplumsal köleliğe nasıl dönüştürüldüğüne ilişkin yaptığı değerlendirme, sorunun kaynağına işaret ettiği gibi “Kadın yaşamın kendisidir” tespiti ile de çözümü ortaya koyuyor.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken, Kurdistan, Türkiye, Orta Doğu ve dünya da kadınlar alanlara çıkmaya hazırlanıyor. Kurdistan’da yıllardır süren savaş ve en son Ekim ayı başlarında Hamas’ın İsrail’e saldırıları ardından İsrail’in Filistin halkına yönelik başlattığı saldırılar, yaşanan katliam kadınların nasıl hedef alındığını ortaya koydu. Bundan dolayı kadınlar bu yıl da kapsamı genişleyen 3’üncü Dünya Savaşı ile 25 Kasım’ı karşılıyor. Savaş ve katliam gölgesinde kadınlar da mücadele hatlarını belirlerken, kadın özgürlük sorunu bir kez daha tüm yakıcılığı ile gündemde.
Kadına yönelik şiddet, sorunun kaynağı, kadın özgürlüğüne ilişkin nasıl bir mücadele ve çözümlenmesi gereken olgulara ilişkin PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın savunmalarında yaptığı değerlendirmeler de bu süreçte güncelliğini koruyor. Abdullah Öcalan’ın konuya ilişkin yaptığı değerlendirmelerin derlemesini yaptık. Derlemenin bu bölümünde Abdullah Öcalan’ın sorunun kaynağına ilişkin yaptığı tespit ve değerlendirmelerine yer vereceğiz.
Uygarlık tarihi, kadının kaybedişi ve kayboluşu tarihidir
Tüm özgürlük, eşitlik, demokratik, ahlaki, politik, sınıfsal mücadelelerin barış veya başarısızlıklarından yaşanan hayal kırıklıklarının kaynağının kırılmayan egemen ilişkilerin izleri olduğunu belirten Abdullah Öcalan, eşitlik, özgürlük, demokrasi isteniyorsa kadın etrafında örülen toplum ve doğanın yanında onun kadar eski olan ilişkiler ağının da çözümlenmesi gerektiğine işaret ediyor. Abdullah Öcalan, gerçek özgürlüğü, eşitliğe, demokrasiye ve iki yüzlü olmayan ahlaka bunun dışında ulaşılacak bir yol olmadığını belirtiyor. “Cinsiyetçiliğe hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır” diyen Abdullah Öcalan, devamla şunları belirtiyor: “Bütün arkeolojik, antropolojik ve güncel araştırma ve gözlemler kadının otorite kaynağı olduğu dönemler olduğu ve uzun olmayıp, tersine verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan, toplumsal var oluşu güçlendiren bir otoritedir. Kadında etkisi daha fazla olan duygusal zekâ bu var oluşla güçlü bağlara sahiptir. Artık ürün üzerine kurulu iktidar savaşlarında kadının pek belirgin yer almayışı, toplumsal varoluş tarzı, bu konumuyla ilgilidir. Hiyerarşik ve devletsel düzen bağlantılı iktidar gelişiminde erkeğin öncü rol oynadığını tarihsel bulgular ve güncel gözlemler açıkça göstermektedir. Bunun için neolitik toplumun son aşamasına kadar gelişkin olan kadın otoritesinin kırılması, aşılması gerekiyordu. Buna ilişkin biçimi, çeşitli süresi uzun büyük mücadelelerin verildiğini yine tarihsel bulgular ve güncel gözlemler doğrulamaktadır.
Toplumsal doğanın hafızası
Özellikle Sümer mitolojisi neredeyse tarihin toplumsal doğanın hafızası gibi oldukça aydınlatıcıdır. Uygarlık tarihi, kadının kaybedişi ve kayboluş tarihidir aynı zamanda. Bu tarih tanrı ve kullarıyla hükümdar ve tebaalarıyla, ekonomik ve bilim sanatıyla erkek egemen kişiliğin pekiştiği tarihtir. Dolayısıyla kadının kaybedişi ve kayboluşu toplum adına büyük düşüş ve kaybediştir. Cinsiyetçi toplum bu düşüşün ve kaybedişin sonucudur. Cinsiyetçi erkek kadın üzerinde sosyal hâkimiyetini inşa ettiğinde o kadar iştahlıdır ki doğal her türlü teması bir egemenlik gösterisi haline getirir. Cinsel ilişki gibi biyolojik bir olguya sürekli iktidar ilişkisi yüklenmiştir. Kadın üzerinde zafer havasıyla cinsel temas kurduğunu hiç unutmaz. Bu yönlü çok güçlü bir alışkanlık oluşturmuştur. Bir sürü deyim icat etmiştir. Becerdim, işini bitirdim, kancık, karnında sıpa sırtında sopa, fahişe, orospu, kız gibi oğlan, kadını serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar. Başını hemen bağlamak gibi benzer sayısız öykü anlatılır. Cinsellikle iktidar ilişkisinin nasıl toplum içinde etkili olduğu çok açıktır. Günümüzde bile her erkeğin kadın üzerinde öldürme hakkı dâhil sayısız hak sahibi olduğu sosyolojik bir gerçektir. Her gün uygulanır.
İlişkiler taciz ve tecavüz karakterindedir
İlişkiler ezici çoğunlukla taciz ve tecavüz karakterindedir. Aile bu toplumsal bağlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Uygarlık tarihinde aile denilen kurumun mevcut tarzıyla sürekli yetkinleşmesi iktidar ve devlet aygıtlarına verdiği büyük güçtür. Birincisi; aile erkek etrafında iktidarlaştırılarak devlet toplumunun hücresi kılınmaktadır. İkincisi; kadının sınırsız, karşılıksız çalışması güvenceye alınmaktadır. Üçüncüsü; çocuk yetiştirip nüfus ihtiyacını karşılamaktadır. Dördüncüsü; rol model olarak tüm topluma işlevselleştiği kurumdur. Her erkek ailede bir han sahibi olarak kendisini algılar. Ailesi çok önemli olursa erkek o denli güvence ve onur kazanır. Aileyi mevcut haliyle bir ideolojik kurum olarak da değerlendirmek önemlidir. Kadın ve aileyi mevcut haliyle uygarlık sisteminin iktidar ve devletin yoğunlukta sürekli savaş halinin altındaki acılı yoksul dükün yenilgili varoluş tarzıdır. Adeta bir tekel zinciri de kadın dünyası üzerindeki erkek tekelidir. Hem de en eski güçlü tekeli. Kadın varoluşunu en eski sömürge alemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi sonuçlara götürür. Belki de kendileri için millet olmamış en eski sömürge halkı demek en doğrusudur.”
Kadının köleleştirilmesinin iktidarla bağı
Kadının köleleştirilmesinin toplumdaki yükselen hiyerarşik ve devletçi iktidarla bağı olduğunu vurgulayan Abdullah Öcalan, devamla şu tespitleri yapıyor: “Kadının köleliğe alıştırılmasıyla hiyerarşiler -ayrıcalıklı kutsal yönetimler- kurulmuş, toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hâkim gücü erkeğin eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç olarak paylaştırılır. Mevcut bu sorunu ele alırken konunun özü de demokratikleşmenin özüyle direkt bağlantılıdır. En temelde ele alınması gereken olguların başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir. Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz. Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır.
Neden bu kadar derin bir kölelik?
Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı, kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da halklaştırılmıştır. Hitler ‘Halklar kadın gibidir’ derken bu gerçeği kast eder. Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir. Sorulması gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar olgusu ile bağlantılıdır. İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dâhilinde bir hak olarak görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek iktidarının sahibi olarak her uygulamaya gerekli görürse öldürme dâhil kendini hak sahibi görür. Evdeki kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için evlilik bağı adı altında bağlı bulunulan erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır. Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar.
Kadın köleliğinin dalga dalga toplumsal düzeye yayılması
Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor. Kadın özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Şüphesiz her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır. Kadının kromozomları erkekten fazladır. Kadın için dezavantaj olarak düşünülen aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı ve anlamsız kıskançlık duygusudur.
Kadın aynı zamanda yaşamın kendisidir
Kadın doğası kendine karşı daha güvenli dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir. Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle kadın öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı ‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz. Bu fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır. Duygusal zekâ yaşamdan kopmayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçede Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda da çok iyi bilmekteyiz.”
Yarın: Aşk hiç bu kadar ayağa düşmedi!