Yok ediliş karşısında varoluş mücadelesi
- 09:03 12 Mayıs 2022
- Kadının Kaleminden
“Uzun bir tarihi akış içinde büyüyerek devleşerek, doğayı, insanı, tüm canlıları yok etmekle tehdit eden koca gövdeli bir eril zihniyet yapısına dayalı kapitalist sistem bulunuyor. Karşımızda komple yok ediliş karşısında mutlaka komple varoluş mücadelesi verilmek zorundadır.”
Zeynep Taşgir-Laleş Çelikler
Günümüz dünyasında insanlığın, toplumun geldiği düzey (belki de buna gerilediği demek daha yerinde olacaktır) ve insan evladının yarattığı teknolojiyle toplumsal hayatın ve bilimsel gelişimin aşamasının nimetlerinden yararlanılması refahın düzeyini yansıtmaktadır. Aynı zamanda kapitalist modernitenin post modern zihniyetini ve yaklaşımlarını toplumun en küçük hücrelerine dahi sirayet ettiğini görmek mümkündür. Şu bir gerçek ki yazılı tarih akışında gelişen teknolojiyle (ilk aletler) bilinen zihniyetin değiştiğini, gelişen zihniyetle (bilgi - bilim) de tekniğin değiştiğini görmekteyiz. Konuyu ele alış yöntemi olarak günümüz dünyasında yaşadığımız toplumsal ekolojideki dengesizlik, bozulmalar veya yanlış kulvarlarda ilerlemeleri daha sağlıklı analiz edip kendimizce doğru ve yanlışı ayırt edebilmek için tarihin gerisine belki de ilk toplumlaşma dönemine gitmemizde fayda olacaktır. Olay-olgulardaki bakış açısını "tarih günümüzde gizli, biz tarihin başlangıcında gizliyiz" diye ifade ederken aslında bir ele alış, analiz ediş yöntemini de ortaya koymaktadır. Bu yöntemle yol almamız, toplumsal ekolojide yaşanan temel sorunları ele almamız, bütünlüklü bir bakış açısını edinmemiz için de faydalı olacağı kanaatindeyim.
Hem korkmak hem de faydalanmak
Toplumlaşma tarihi oldukça eski bir tarihe dayanmaktadır. Dünyanın birçok yerinde yapılan arkeolojik araştırmalarda, yine mağaralardaki verilerden, yola çıkarak yapılan araştırmalarda insan varlığı çok uzun bir deneyim, tecrübe edinmenin birikimiyle toplumsallaşmaya ihtiyaç duymuş ve adım atmıştır. İnsan zihni ve duyguları korku, gizem, keşfetme ihtiyaçlarının ilkini yaratma ve yaşadığı her şeyde bir deneyim (hafıza) oluşturma akışında yol almıştır. Gece gündüz, mevsimlerin döngüsü yıldızların hareketliliği vs. İnsan için sırrına erişilmeyen mucizevi bir akıştır suların yükselip inmesi (med-cezir) bitkilerin yeşerip büyümesi sonradan sararıp kuruması, ağaçların meyve vermesi hayvanların doğup büyümesi ve sonradan yok olup gitmesi kendisinde ve çevresinde tanık olduğu bu döngünün sırrına erememesi, onda gizemli yanıtsız soruların oluşmasına neden olmuştur. Doğadaki çeşitlilik (bitki, hayvan ve insan türleri) kendince zararlı ve zararsız olanları deneyimleyerek ayrıştırması önemli olmuştur. Yine bu çeşitlilikten hem korkmuş hem de faydalanmıştır. Belki de yaşamını sürdürebilmesi için doğadaki faydalı-faydasız, zararlı-zararsız olanları ayrıştırmak zorundaydı.
Doğa ve canlı arasındaki ilişki
Edindiği deneyimler basit ve sıradan değildi. O güne kadar edindiği bilinç ve tecrübelerin ötesine geçmesi gerektiğini zorunlu kılıyordu. Mesela ilk meyveleri yemesi o meyvedeki tadı lezzeti hissetmesi, buğdayı, arpayı, pirinci keşfetmesi ve keşfettiği şeylerin yaşam kalitesini değiştirdiğini fark etmesi müthiş bir duygu, düşünce olmalıdır. Evrenin içinde yaşadığı dünyanın sırlarını minik minik keşfetmek toplumsal yaşamı kurmada büyük adımlar olduğu gerçekliğini asla gözardı etmemek gerekiyor. Canlı, renkli ve hareketli doğanın içinde yaşayan insan varlığı kendini bu doğanın, canlılığın bir parçası olarak görüyor ve bu zihniyetle şekil alıyordu. İnsan kendine saygı duyduğu ve yaşama hakkı tanıdığı gibi içinde yaşadığı canlı doğaya da saygı duyuyor, anlam veriyor, yaşam hakkı tanıyordu. Doğanın evrenin sırrını çözemese de, algıladığı sınırlar çerçevesinde her canlıya saygı duyuyor, kutsal görüyordu. Bu da onu demokratik, anlayışlı empati kurarak yaşamasına neden oluyordu.
Katılımcı birliktelik
İlk klan-kabile topluluklarında ortak birliktelik söz konusudur. Savunma, barınma, üreme, açlığını giderme ihtiyaçlarının yanı sıra mana, tabu ve totem konularında da bir ortaklaşmayı sağlamışlardır. Her bireyin ortak tabu ve totemin gerektirdiği ölçü ve ilkeyle yaşama katılımının olduğu anlaşılıyor. İlk topluluğun yaklaşımından doğada tüketme yoktur. İhtiyaç bazlı yaklaşım vardır. Bitkiler ihtiyacı kadar toplar. Meyvelerden ihtiyacı kadar beslenir. Hayvanları ihtiyacı kadar avlar. Her konudaki tüketimin ihtiyaç temelinde ve ona saygı duyularak yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu da doğayı ve doğadaki canlıları tahrip etmeden yaklaştığı, yaşadığı anlamına gelmektedir. Canlılığa saygı duyan, yaşama hakkı tanıyan bir zihniyet kendine ve türüne de aynı saygı, değer ve kutsallığı tanımaktadır. Katılımcı, faal bir birlikteliğin olduğu anlaşılıyor.
Artı ürün ve devlet yapılanması
Canlılar arasında belli bir ahengin, uyumun söz konusu olduğu topluluklarda ekolojik dengenin bozulduğuna rastlanmamaktadır. Birey ve toplum dengesi, toplum ve doğa dengesi karşılıklı bir anlayışa dayanarak insan merkezli düşünüş biçiminin oluştuğu, geliştiği zamana kadar yaşanmıştır. İnsan varlığı ‘ben’ merkezli düşünmeye, hissetmeye, duyumsamaya başlayınca ihtiyaç fazlası üzerinden yaşamış ve bu tüketme anlayışı baş göstermiştir. Artı ürünün geliştiğini kar amaçlı doğaya, canlıya yaklaşıldığını site-devlet yapılanması döneminde görmekteyiz. Adeta site-devlet yapısallaşmasıyla bir dönem kapanmış (köy yaşamından kentleşmeye geçilmiş) yeni bir dönem başlamıştır. Değişen sadece yaşam tarzı olmamış; zihniyet kültür, duygu, algı, ahlaki ölçüler olmuştur.
Doyumsuzluk, fethetme arzusu
Bu yeni zihniyet içinde doğaya, canlıya saygı azalmış, yaşam hakkı çıkarları etrafında farklılık göstermiştir. İhtiyacı kadar tüketme zayıflamış, doyumsuzluk baş göstermiştir. Kar, rekabet, bencillik ve şatafata eğilim artmış, yine seri üretim pazarın oluşması, ticaretin gelişmesi, aletlerin çoğalması, zanaatın gelişmesi önü alınamayan çığ gibi ilerlemiştir. Bolluğun ve bereketin içinde olan insan evladı bu yeni dönemde hızla yatağından taşan su misali seller gibi tüketmeye, tahrip etmeye yönelmiştir. Artık canlının yaşama hakkına saygı duymayıp, kutsal görmeyip yapabildiği kadar gözünü kar hırsı bürümüştür. Avladıklarının etini, postunu, sütünü pazara sunmuştur. Ağaçlar sınırsızca kesilmiş, ormanlar yok edilmiştir. Demir, gümüş, kalay, kömür madenlerinde sayısız insan kölece çalıştırılmıştır. Bu yeni dönemde eşit olma hakkı bireyden alınmıştır. Sınıflar oluşmuş, kategoriler yaratılmış faydalı ve faydasızlar olarak ayrıştırılma yaşanmıştır. Kentteki yaşam tarzı bu ayrışmaya sınıflaşmaya göre yapılmıştır. Doyumsuzluk önü alınamayan sel gibi keşfetme, fethetme arzusuna dönüşmüştür.
Canlılar yok ediliyor
Toplumsallaşma yolunda bin yıllarca edinilen insanlık değeri kültürü birikimi iktidar - devlet yapılanmasıyla birlikte artık baş aşağıya doğru son hız freni patlamış araba gibi gitmektedir savaşlarda toplumlar yok edilmekte özellikle kadınlar, çocuklar köleleştirilmekte doğa ve içinde yaşayan canlılar yok edilmektedir. Türü tüketilen canlılar yeryüzünde canlılar aleminde bir dengesizliğin oluşmasına neden olmaktadır. Kuruyup çoraklaşan topraklar bağrında ürünün canlılığın yeşermesine müsaade etmeyerek tepkisini göstermektedir. İktidar - devlet güçleri aç gözlülüğün pençesinde sahip olduklarıyla asla yetinmemişlerdir. Yeni topraklar keşfetme adına, yeni pazarlar açma adına dini inancını yayma adına hep yayılmacı bir politikanın izinden gitmişlerdir.
Tüketim ve toplumun tepkisi
Tarih boyunca iktidar - devlet gücünü elinde bulunduran bir avuç zümre her şeye sahip olmanın hırsıyla daha fazlasını istemiş, daha fazlasını elde etmenin arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Toplum yararına kullanılan bilgi artık iktidar - devlet gücünün elinde ve bu gücün süzgecinden geçirilerek topluma ulaşma imkanı bulmuştur. Bilgi bir avuç zümrenin elinde işlevselleştiriliyor ve hizmete konuluyor. Savaş aletleri toplumları hizmetinde tutma siyaseti yeni ganimetlere ulaşmak için görkemini fazlaca büyütüp nadide kılabilmek için savaş sanatını ve askeri gücü geliştirip elinde bulundurmaktadır. Yine iktidar - devlet gücü kendini ayakta tutmak için ömrünü uzatabilmek için bilim, felsefe, sanat, siyaset, politika, savaş inanç zanaat gibi alanlarda sahip oldukları üzerinde yönetme kabiliyetini, sanatını göstermek zorunda olduğunun bilinciyle hareket etmiştir. Toplum ve doğa üzerinde baskı, gasp, tüketme çoğaldıkça doğa ve toplum buna tepkisini göstermiştir.
Başkaldırı
Doğal afetler çoğalmış, buzullar erimeye başlamış, tatlı su rezervleri azalmış, insanca yaşama koşulu bulamayan eşitsizliğe maruz kalan topluluklar, halklar adil olmayan yaklaşımlara başkaldırmış, isyan etmiştir. İnsan olmakta insanca yaşamakta ısrar eden doğaya ve canlıya saygısını yitirmeyen insan merkezli düşünmeyen doğaya canlıya anlam atfeden halklar, toplumlar ve bireyler edindiği toplumsal ahlakı tümden yitirmiş değildi. Adil olmayan, eşit olmayan baskılara karşı çıkarak insan olmakta ve insanca yaşamakta ısrar eden duruşa sahip olduğunu göstermektedir. Zaman akıp, çağ ilerledikçe yeni bilgiler yeni oluşumlara da vesile olmuştur. Toplumun elinden sorgulamayı, sorgulayarak düşünmeyi almak isteyen iktidar aygıtı tüm baskılara rağmen bunu başaramamıştır.
Halkın taleplerine kulak vermek
Toplumda farkındalık yaratmak isteyen filozoflar, düşünürler veya halka öncülük eden liderler tarih boyunca varola gelmiştir. Halk hareketleri halkın çeşitli tepkileri iktidar aygıtının uyguladığı sınırsız baskı ve sömürüsünü belli ölçüde dizginlemesine de yol açmıştır. Halk ve toplumlar olmadan iktidar varlığını sürdüremez. Bu gerçekliğin farkında olan iktidar güçleri kısmen de olsa halkın taleplerine kulak vermek zorunda olduklarının da farkında olmuşlardır. İktidar - devlet şekilsel değişiklik yapsa da özü hep aynı kalmıştır.
Küçük iktidarcıklar ile doğaya zarar verildi
İktidarın cazibesine kapılanlar tıpkı ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmi serisindeki yüzüğü elde etmek için savaşmaktan kendini alıkoyamamıştır. İktidar olmanın cazibeli yüzüğünü parmağına takanlar ise ruhunun ve vicdanının kendisinden uzaklaşmasına engel olamamıştır. İktidar; ruhu, duyguyu ve vicdanı kendisinde taşıyamaz. Bunlar birbirine zıt özelliklerdir. Yine kapitalizm bünyesinde iktidarcıklar yarattıkça yaratılmış olan bu iktidarcıklar da halka, doğaya, canlılara yarar sağlamamış; daha büyük zararlar vermiştir. Fethedilen coğrafyalar dinmeyen kar hırsı, çoğalan piyasa-pazar büyüyen endüstri ve devleşen makineleşme çağıyla, tekniğin gelişmesi döneme damgasını vurmuştur.
İnsan emeğine ihtiyaç azaldı
Bir yandan bilimsel gelişmeler insan aklının sınırlarının ötesine geçerken, sanatta bilimsel gelişmelerde, astronomide, tarih yorumunda, ekonomide, teknolojinin gelişiminde hızlı bir ilerleyiş yaşanırken; diğer yandan köy topluluklarının kentlere akışının devam etmesi, kentlere sığamayacak kadar işçi tabakasının oluşması, büyük fabrikaların kurulması, lokomotifin ulaşım ve iletişimi hızlandırması, hızlanan ulaşım imkanıyla yeni pazarların oluşması, oluşan pazarların da tüketimi artırdığını görmekteyiz. Seri üretime geçen sanayiler, koca koca fabrikalar işçi yığınlarına ihtiyaç duymuştur. Dönüşü olmayan çöp yığınları doğaya bırakılmış, dünyamızın akciğerleri olan ormanların yok edilmesine hız verilmiştir. Doğanın yer altı-yer üstü zenginlikleri keşfedildikçe kabaran bir iştahla el atılmış doğada onarılması imkansız yaraların açılmasına neden olmuştur. Teknolojinin gelişmesi insan emeğine ihtiyacı azaltmış işçi sınıfı işsizler ordusuna dönüşmüştür.
Yok ediliş karşısında var oluş mücadelesi vermek
İnsana verilen değer ve önemde sınıflaşmaya göre farklılık göstermiştir. En alt tabakaya mensup olan değersiz ve önemsizler olarak görülmüştür. İnsanın, doğanın, canlıların değersizliği ve önemsizliği kapitalizmin çığırından çıkan devleşmesiyle zirveye çıkmıştır. Hoyratça yaklaşma yarışına girilmiştir. Nükleer santrallerin kurulması, petrolün işlenmesi, atom bombasının kullanılması, tohumların genleriyle oynanması, ahlak değerlerin yozlaştırılması, biyokimyasal silahların kullanılması özellikle kadın cinayetlerin çoğalması, sıradanlaşması yine yakın dönemde ölümcül virüslerin toplumlarda (salgın-bulaşıcı hastalıklar) yayılması bir tesadüf olmasa gerek. Dünyamızda son zamanlarda milyonlarca insan Covid-19 salgınından hayatını kaybetmiş ve bir salgının önü alınmış değildir. Gözü dönmüş kapitalist sistemin insanı, doğayı, canlıları yok ettiği, tükettiği ekolojik dengeyi temelden bozduğu gerçekliğiyle yüz yüze bulunuyoruz. Ne salt bulunduğu yerdeki iktidarı değiştirip yerine yeni iktidar gücünü getirmek çözümdür ne salt parçalı bir şekilde ekoloji hareketlerinin, hayvan sever hareketlerinin (değerlidir elbette) gelişmesi çözüm için yeterli olacaktır ne de salt sendikalaşmayla çözüm olunabilir. Uzun bir tarihi akış içinde büyüyerek devleşerek, doğayı, insanı, tüm canlıları yok etmekle tehdit eden koca gövdeli bir eril zihniyet yapısına dayalı kapitalist sistem bulunuyor. Karşımızda komple yok ediliş karşısında mutlaka komple varoluş mücadelesi verilmek zorundadır.
Yaratıcılar inkar edildi
Konumuzu özetleyip sonuca bağlarsak; sorunların sonuçlarıyla ilgilenen çevrecilikten farklı olan ekoloji sorunlarının nedenleriyle ilgilenir. Ekolojik sorunların başlangıç aşaması farklı tartışmalar olsa da en gerçekçi analiz, bunu doğayla uyumlu doğayı kendinden, kendini doğanın bir parçası kabul eden; doğa canlıcılığı içinde bir zihniyet gelişimini yakalayıp bu temel üzerinde oluşan tüm maddi-manevi kültürün gasp edilip yaratıcılarının inkar edilmesiyle başladı. Bu maddi-manevi kültürün baş mimarisi olan kadın üzerindeki sömürüyü geliştiren hegemonik düşünce katmanları (mitoloji-tek tanrılı dinler-felsefe ve bilimcilik) gelip kapitalist sömürü çarklarıyla birleşti ve bugün ki tahrip olmuş, sürdürülebilirliği adeta zora girmiş bir dünyayı ortaya çıkarttı. Bundan bin yıllarca öteye bakan günümüz doğasının ağıdını duyanlar olsa bile kimisi yapar düşünceler girdabında bir uçtan bir uca savrulmaktan kurtulamamıştır.
Çözümü başlangıçta aramak
‘Yapay düşünceler’ dedik, çünkü insan sadece toplumsal evrimin değil doğal evrimin de bir ürünüdür. Çözüm ararken bu iki olgunun diyalektik bağı şimdiye kadar ya görülmedi ya da ıskalandı. Yukarıda ana hatlarıyla ekolojik sorunların nedenlerine değinmeye çalıştığımız gibi her şey başlangıçta saklı. Bunun doğru bir inceleme yöntemi olduğu gerçeği bugün rüştünü ispatlamıştır. Aynı zamanda çözümü ararken de başlangıca gitmek aynı şekilde doğru bir yöntemdir.
Kadın ve sömürü
İlk sömürü olan kadın - insan üzerinde başladığı andan bu yana doğa sömürülüp adeta suyu çıkartılarak her şeyle özdeşleştirildi. Kadının kölenin, halkların doğa gibi görülmesi; kadının toprak - tarla gibi ekilmesi metaforu gibi... Bu ilk sömürü, gasp edilip ilk yaratıcılığı inkar edilen maddi-manevi tüm kültür değerleri artık toplumun değil iktidar - devlet gibi formların hizmetine sokuldu. Daha fazla kar ve kazanç için daha fazla toprağa yöneldi. Sümer, Mısır gibi uygarlıklar sürecinde toprağın çölleşinceye kadar kullanılması buna tarihten bir örnektir. Toplumun ortak değerleri olan maddi-manevi kültürün bir ruhu vardı. İşte başlayan ilk sömürüyle o ruh çekilip alındı; o ruhun ahlakı, erdemi vardı. Çağımız insanının ruhsal fakirliğini de bencilliğini de daha fazla kar tüketimi bir erdem gibi algılanmasını da bir ruh yoksunluğunda görmek lazım. Bu, sadece toplumsal evrimin gerçeğinin inkarı değil, aynı zamanda doğal evrimin de inkarıdır. Ekolojik-toplumsal sorunların çözümü için geçmişten bu yana verilen mücadeleler ve çözüm arayışları süre gelmiştir.
Doğa-toplum diyalektiği
Tüm bunlar içinde toplumsallığı ve doğanın canlıcılığını temel düşünce gören fikirler ve hareketler çözümün ruhuna daha yakınlaşmışlardır. Ancak toplam da bu hareketlere baktığımızda doğa-toplum diyalektiğini kurmada sorunsallıklar kendisini göstermiştir. Toplumsal sorunları çözme iddiasındaki Marksizm bile kar + doğayı iradeden yoksun bir düzlemde ele almıştır. Yine devlet sömürünün sürdürülmesinin en büyük garantisi iken; devlet-iktidar çözümlemeleri yeterli düzeyde yapılmadığı gibi devlet "daha iyiye" ulaşmada gerekli olan bir form olarak ele alındı. Reel sosyalizm bu fikirlerin ayak izinde kurulurken, Lenin’in devlet analizi de devletin iktidarın toplum ve doğa için tehlikesini görmekten uzak kaldı.
Ormana bakarken sadece ağacı görmek
Günümüzde de devlet eliyle, girişimiyle ekolojik, ekonomik, sosyal, siyasal sorunların çözümünü isteyen bu yönlü teoremler geliştirenler var ki celladından yardım istemeyle eştir. Bu yaklaşımlarla devletin insan özgürlüğünü, doğanın tahribatını önlemediğini tarih bize göstermiştir. Çünkü tüm bunların baş yaratıcısıdır. Yine neo-malthuscu (gıda üretim artışıyla nüfus artışı denksizliğinden kaynaklı sorunu nüfus artışında bulan düşünce) sorunların sonucuna odaklanan çevre hareketleri, anti-hümanist fikirlerle doğa tapıcılığını ön plana alan hareketler neo-feminist düşünce ve hareketler hem soruna parçalı yaklaşan hem de parçalı çözümlere odaklanan bir gerçekliğe sahipler. Nitekim soruna bütünsel yöntemle bakmaktan yoksun olan her incelemede ormana bakarken sadece ağacı görmek gibidir.
O zaman ne yapmalı?
Madem kadın-toplumun nesnelleştirilmesiyle doğanın nesnelleştirilmesi başlandı. O halde buradan doğru politikalar geliştirmek gerekir. Bu diyalektiği en iyi kurabilecek form ne olabilir? Aynı zamanda bunun erdemi-ahlakı ne olmalı? Çözüm ararken bu iki nokta at başı gitmeli. Tüm bunlarla beraber bunu da belirtmek gerekir ki, insan tarihin başlangıcında daha demokratik daha komünal yaşamıştır. Tüm despot rejimlere rağmen insanlığın damarındaki bu kan temiz bir kan olarak bugün de adına "ahlaki politik toplum" dediğimiz düzlemde akmaktadır. Eğer bugün insanlık ve tüm doğa yok olmamışsa yine bu kan sayesindedir. Tarihin tüm dönemlerinde bu kan her defasında bir direnişle dile gelmiş, sömürücü sistemleri ortadan kaldırmamışsa da ya zayıflatmayı yahut daha katı sömürünün gelişmesini önleyebilmiştir. O halde çözüm ararken projektörümüzü bu temiz kana çevirmek elzemdir. Bunu görünür kılmak aynı zamanda çözüm umudunun da bitmediğini görünür kılmak demektir. Belki de ilk adım olur. İkinci adım nasıl bir toplumsal olmalı ki, birinci ve ikinci doğanın bir baş aşağı gidişini durdurabilelim. Bu konuda farklı tartışmalar olsa bile tarihin doğayla uyumu ve özgür yaşayabildiği bir toplumsallık oluşturulmasına en yakın duran form demokratik konfederaizm modelidir.
Komünalist bilinç
Nedir bu model? Özünde katılımcı politika üretme ve hayata geçirmeyi esas alır. Yerel ve bölgesel konfedere kurullar tarafından görevden alınabilir. Temsilcilerin gönderilebildiği, politika üretebilen yerel yönetime dayalı meclisler bütünlüğüdür. Bu form komünalist bilincin, ahlak ve erdemin gelişmesini de kendi işleyişinde yaratma potansiyeline sahiptir. Sadece ekoloji değil, diğer tüm toplumsal (kadın, ekonomi, siyasal, sosyal) sorunların da çözümüne en yakın model olarak görülmektedir. Bu formun özüne projektörü tuttuğumuzda aslında ilk klan topluluklarının kendi kendini yönettiği ortak üretip ihtiyaca göre tükettikleri, ortak savunmayı geliştirdikleri kendi ahlaki-politik doğrultularını inşa ettikleri resmin özünü taşımaktadır.