Çağın arkaik sesi: Jin

  • 09:05 19 Nisan 2024
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
"Ses söz olur. Söz yaşam bulur. Evrenle temas bu sesin büyüsünde çeşitli kültürlerde farklı şekillerde anlam arayışını sürdürür. Sesler, semboller, gelenekler, kültürler an’da varlık ve hiçliğin bütünselliğinde anlam bulan oluşun diyalektiğini kuşanır. İnsanın varlığı evrenin varlığı ile birlikte ele alınır. Mühim olan an anlam, öz özgürlük, çağ çağdaşlık bütünselliğinde farkındalığımızı yükseltmektir sadece." 
 
Nagihan Akarsel 
 
Çağın duygu ve düşünce çağlayanına çağıran bir sese ihtiyacımız var… Eskil, arkaik olduğu kadar şimdiyi anlatan bir ses’e… Evrende yalnız olmadığımızı hissettiren, enerjimizi bütünleyen bir söze. Duyguyu düşünceden, ruhu akıldan, sezgiyi bilgiden, maddeyi enerjiden, yaşamı ölümden, aydınlığı karanlıktan, felsefeyi sosyolojiden koparmayan bir heceye ihtiyacımız var. Zamanın ve mekânın ruhsal ve düşünsel paradigmasını taşıyan… 
 
Bilgeliğe erişimin bilgisini sunan bir mantraya belki de. Mantra nağmelerle tekrar edilen şiir anlamına gelen Hintçe bir kelime. “Man” zihin, “tra” serbest bırakmak anlamına geliyor.  Mantra kelimesi zihnin serbest bırakılması oluyor. 
 
Yalanın ruha ihanet olduğunu haykıran Guarani yerlilerinin kullandıkları ne’ê gibi... Sözün duyguya ve düşünceye sadık olduğu bir sestir ne’ê. Hem ruh hem kelime anlamına geliyor. (Eduardo Galeona, Yürüyen Kelimeler)  Anlamı an’da saklıdır. Ruhun ve düşüncenin zamanla sözleşmesidir adeta…
 
Hewreman’da  gece ile gündüzün eşit olduğu Newroz gecesinde herkesin elinde meşaleleri ile en yüksek dağlardan en derin vadilere yankılanan sesi, “ab” gibi… Mecnun’un Leyl’e en yakınlaştığı an’da çağlayan bu sesin tılsımına ihtiyacımız var. Bin sesli orkestralara dönüşen yaşam gücüdür bu ses çünkü…
 
Hinduizm ve Hindistan’a özgü inanç sistemlerinde bu ses “Om” olur. Om “dünyanın sesi” demek. Anlamını takip edince ilişkiler ağı olarak beliriyor. “Om mani padme hun” tümcesi “lotus çiçeğinin içindeki mücevher” anlamına geliyor. Bilincin aydınlanması ile bağı ise araştırılmaya değer. (Farklı İnanış, Kültür ve Geleneklerde Om Nedir? uplifers)
 
Hinduizmin kutsal metinlerinin bir derlemesi olan Upanisad’lardan biri olan Mandukya Upanishad Om sesi üzerine ve bölüm şöyle başlamaktadır, “Om, ölümsüz bozulmayan bir kelimedir. Om evrendir. Ve bu om’un sunumudur. Geçmiş, şu an ve gelecek, geçmişte olan, şimdi olan ve gelecekte olacak her şey om’dur. Aynı şekilde zamanın ötesinde olan her şey de om’dur.”
 
“Önce söz vardı” der tüm tek tanrılı dinler… İslamiyet “kün” ya da “ol” der. Ve bu sesi güç, kudret olarak tefsir eder. Tevrat, “Yaşat” ile başlar. Zebur, “Dürüstlük” ile. İncil “Sev” ile Kur’an “Oku” ile başlar.
 
Felsefe de bu, Daimon’ları Sokrates’e anlatan Diotima’nın sesi olur. Delphi’de Apollon tapınağının girişinde “Kendini bil” diye yazar. Zerdüşt’ün Zagros dağlarında duyduğu sese karşılık, “Söyle sen kimsin?” sözü ile hayatımızda yer edinir. Zerdüşt’ün felsefesi bu öz’den beslenir. 
 
Ya da Eflatun’un ideaların bilince dönüşü olarak ifade ettiği anımsama ve bunun İngilizce karşılığı olan recorder kelimesi olarak karşımıza çıkar. Nitekim Latince’de re-cordis anlamına gelen anımsama İngilizce’de recorder’dir. Re-cordis “anımsamak” ve “kalbi delip geçmek” ile aynı anlamı karşılar (Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı). Recorder ise deney ve gözlemden bağımsız ruhta bulunan bir ilk bilgidir (Anımsama Nedir? kurşunkalem.)  Hegel’in diyalektiği “aufheben” kelamı ile kendini ifşa eder. Hegel en çok bu kelimeyi sever. “Aufheben” hem “saklamak” hem de “silmek” anlamlarına gelir. 
 
Ses söz olur. Söz yaşam bulur. Evrenle temas bu sesin büyüsünde çeşitli kültürlerde farklı şekillerde anlam arayışını sürdürür. Sesler, semboller, gelenekler, kültürler an’da varlık ve hiçliğin bütünselliğinde anlam bulan oluşun diyalektiğini kuşanır. İnsanın varlığı evrenin varlığı ile birlikte ele alınır. Mühim olan an anlam, öz özgürlük, çağ çağdaşlık bütünselliğinde farkındalığımızı yükseltmektir sadece. 
 
Tahakküm Farkındalığımızı Yaralar
 
Ancak bu sesler, Sümerlerden günümüze, mesih çağından uzay çağına tahakkümün gölgesinde kalır. Tahakküm farkındalığımızı yaralar. Kayıtlı tarih öğreti ile yaşamı birbirinden koparır. Dualizm birbirini tamamlama değil, birbirini yok etmeye ayarlanır. Yaşamla bağımız anlamaya çalışmaktan öte hükmetmeye kaydolur. Anlamak değil hükmetmek esas alınır. Bilgi ile anlam karşıt kutuplara yerleştirilir. Bilişim çağında anlam yitimi yaşanır. Ancak bu bilgi ile anlamlı bir ilişkinin kurulamayacağı anlamına gelmez. Anlam yitiminin farkında olmak bilgi ile anlamlı bir ilişki kurmanın anahtarı olur. Zira bu da felsefe ile sosyoloji arasında kurulması gereken köprüden geçer.
 
Lakin çağımızda “Felsefenin sosyoloji ile bağı kalmamıştır (Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi)” Batı sosyolojisi tüm coğrafyaların ve kültürlerin merkezine oturtulur. “Doğu sosyolojisinden bahsedilmez (Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi.)” Her şeyde olduğu gibi sosyolojide de Batı merkezli bir anlayış öne çıkar. Mitolojide hala canlı olan evren anlayışının izlerine rastlasak da varlık doğaüstü güçlere havale edilir. Dinde ilk hareketin ölçüsü tanrı olur. Pozitif bilimlerde sıkı bir belirlenimcilik ve düz çizgisel bir yaklaşım ile anlam sakatlanır. Batı merkezli yaklaşımın yanına insan merkezli anlayış yerleştirilir. Ve tüm ilişkiler tahakküme ayarlanır. Bu pozitivizm ile mutlak bir kesinliğe kaydedilir. Bilimin elde ettiği verilerin kesinliği, doğruluğu ve haklılığı savunulur. Dogmatizmin bilimsel versiyonunun yeni adı pozitivizm olur. İnsanı tüm evrenden soyutlayıp her şeyin hâkimi kılan bir anlayış geliştirilir. Eklektik bir yaklaşımla anlam parçalanır. Her parça yeni bir iktidar alanı haline getirilir. Pozitivizm kapitalist modernitenin hegemonik yükselişinin tekelci ortaklarından olur (Abdullah Öcalan, Kapitalist Uygarlık). Mutlak hakikat, sonsuz ilerlemecilik, nesnelcilik bilimin değil bilimciliğin temel doğruları olarak ilan edilir. Toplumsal yaşamı tehdit eden, sanal bir dünyayı hakikat sayan, amaca varmak için her yöntemi mubah sayan ahlak ve politikadan yoksun bir bilimcilik gelişir. Bilimin en gelişkin çağında tanınmaz hale gelen yaşam Hiroşima, Nagazaki, Halepçe, Çernobil ile yaralanır. Edmund Husserl’in bahsettiği bilimin krizi mutlak bir doğru olarak dogmatizm ile özdeşleştirilen bu yaklaşımdan kaynağını alır. Beşerî bilimler ile doğa bilimleri arasına kurulan setler bu krizin bir başka sebebi olur. Ne salt nesnelcilik ne de öznelciliğin kesinlik için ölçü olamayacağını belirten Edmund Husserl ikisi arasındaki ilişkiden hareket edildiği taktirde doğru olana gidilebileceğini belirtir. Hannah Arendt yuvarlak bir masanın etrafında oturan herkesin ortadaki nesneyi kendi açısından görebileceğine işaret eder. Herkes bir yanını görür ve bunların ortaklaşması ile doğru açığa çıkar. Yine pozitivizmin her şeyi parçalayan anlayışına karşı birbiriyle bağlantılılığına çok sayıda düşünür tarafından dikkat çekilir (https://www.youtube.com/watch?v=fZuomUkXvKk).
 
An sesini aramaktan vazgeçmez ama. Oluş düalizme dayanmaktan, parçacık dalga ikileminde bilgi ve sezgiyi bütünleştirmekten vazgeçmez. Belki de bu yaşamın dilidir. Zira yaşamın anlamı doğru ilişkiler ağında saklıdır. Bilgiyle anlamlı bir ilişki kurmak da yaşamı anlama arayışı olan felsefe ile bir ilişkiler ağı olan sosyoloji arasındaki bağı doğru kurmak ile mümkündür. Bu nedenle bilgiyle anlamlı bir ilişki kurmak, felsefe ve sosyoloji arasındaki duvarları yıkmak her şeyden önce sosyal bilim anlayışımızda devrim yapmayı gerektirir. Abdullah Öcalan’ın, “Bilim en gelişkin anlam yorumudur.”, “Her bilim sosyaldir.”, “Sosyal bilimlerin paradigmasal bir devrime ihtiyacı vardır.” ya da “21. yüzyıl devrimciliği sosyal bilimciliktir.” (Abdullah Öcalan, İmralı Görüşme Notları) belirlemeleri bu nedenle çok değerlidir. Çünkü zamanın ruhunu, yaşamın dokusunu, toplumun ihtiyacını hissediyor. Özgürlüğün öyküsünü anlatıyor. Bu öykünün içinden “Jin” sesi yükseliyor. 
 
*Yazının devamı “Çağın Kadim Sesi: Jin” başlığıyla haftaya yayınlanacaktır.
 
*Bu yazı, Jineolojî Dergisinin “21. Yüzyılda Bilimciliği Aşmak” dosya konulu 26. sayısından kısaltılarak alınmıştır.