Ölümü kutsayan zihniyet yok olmalıdır

  • 09:03 27 Nisan 2024
  • Kadının Kaleminden
 
“Egemenler varlıklarının sürekliliğini sağlamak için ölüm limanına sığınırlar. Yaşamak için öldürmenin gerekliliğini düşünürler. Bu yüzden diktatörlerin sığındığı ve kendine yaşam alanı bulduğu liman Franco ve Hitler faşizminin “yaşasın ölüm” sloganıdır. Savaşın soğuk suretinde kutsanan ölüm, öldürmedir”
 
Sariye Taşkesen
 
Ataerkil iktidar sisteminde bazen aleni bazen örtük ama bin yıllardır devam eden “yaşasın ölüm”! nidalarını duydukça insanın aklına şu sorular gelmektedir. Ölüm yaşayabilir mi? Ya da ölümle yaşam aynı anda birbirlerini besleyip büyütebilir mi? Belki de evrendeki en büyük ve en temel ikilem ölüm ve yaşam diyalektiği üzerinden kendini şekillendirmekte, canlılığını yaşam kalitesini ortaya koymaktadır. Birbirinin zıddı olan bu anlayışların özüne baktığında aslında yan yana gelemeyecek iki kavramın birlikteliğinden bahsedilmiştir. Ölüm ve yaşam… diyalektik olarak birbirlerini tamamlayan birbirine anlam katan kavramlar olurken; tek başına ele alındığında zıtların bütünleyici anlayışından uzaklaşarak birbirlerini yok etmektedirler,  birbirlerinin varlığını sınırlandırmaktadırlar. Çünkü birinin yaşaması diğerinin ölmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzdendir ki insanda ölüm ve yaşam arasındaki farklar yaşamseverlik ve ölümseverlik duygularını oluşturarak vuku bulmaktadır. Tabii ki her insan aynı anda bu iki duyguyu da taşımaktadır. Burada önemli olan iki duygunun da varlığı değil hangi duygunun baskın olarak yaşama yön vermesidir. Yaşamseverlik mi ölümseverlik mi? Yani tercih edilen yaşam mı ölüm mü?
 
Yaşamseverlik ve ölümseverlik nedir?
 
Peki nedir yaşamseverlik ve ölümseverlik. Somut haliyle maddenin varlığı ve yokluğu mu yoksa soyut haliyle maddi olanın ötesine geçerek manevi anlayışla da yaşama ve ölüme yüklenen anlamlar mı? Cevap birinci şık ise; canlılığı sadece maddi varoluşa indirgemek zaten kendisiyle bir yok oluşu ifade etmektedir. Yok eğer cevap ikinci şık ise o zaman bir insanda yaşam ve ölüm neyi ifade etmektedir? Bilindiği üzere yaşam en iyi biçimde üreticilik eğiliminde ortaya çıkar. Yaşamı tümüyle seven bir kişi yaşam süresine, yaşama dair her alandaki gelişmeye ilgi duyar. Elindekileri öylece tutmaktansa onlarla bir şey kurup yaratmayı yeğler. Yaşamı seven birinde de her şeye şaşırarak bakabilme gücü vardır. Eski şeylerin getirdiği güvenlik duygusu yerine yeni şeyler aramaktan hoşlanır zevk alır. Kesinlik mutlaklık yerine yaşama serüvenini seçer. Bu yüzden yaşama yaklaşımı mekanik değildir işlevseldir. Yalnızca parçaları değil bütünü sayısal toplamlardan çok yapısal bütünlüğü görür. İnsanları canlılığı cansız nesnelermiş gibi şiddet kullanarak parçalayarak kurallarla yönetme anlayışından uzak durarak yaşama sevgisi ve aklıyla katılarak yaşamdan zevk alırken; yaşamı sevmeyen ölümseverliğe eğilimi olan ise yaşamayan ölü olan her şeye çürümüşlüğe ilgi duyan ve bununla bağlantılı olarak geçmişte yaşar. Hiçbir zaman gelecekte yaşamaz. Çünkü geçmiş bilindik ve tanıdıktır. Gelecek gibi belirsizliği içinde barındırmadığından kesinliği ve mutlaklığı da içinde barındırır. Sahip oldukları ya da sahip olduklarını sandığı her şeyi geçmişlerinde vardır. Bu yüzden geçmişe sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bunların dışında soğuk ve herkesten uzak yaşayan ve düzene tutkun insanlardır. Onları heyecanlandıran doyuran yaşamak değil mekanikleşmektir. Mekanikleşen insan aynı zamanda robotlaşan insan ya da tüketici insan olarak da ele alınabilir. Böylesi bir insan çevresine duyarsız, mekanik olana ilgi duyan toplumsal yaşayış ve ahlaktan uzaklaşarak hastalıklı bir kişiliğe dönüşür. Bu duyguları yaşayan insanların benliklerinde ise güçlü bir şekilde şiddet eğilimi görülür. Adeta varlıklarını görünür kılmanın gerekçesi şiddete başvurmaktır. Yakıp yıktıklarında yok ettiklerinde kendilerini çok güçlü hissederler. Oysa temel benliklerine inildiğinde güç yerine güçsüzlüğün ve özgüvensizliğin hâkim olduğu görülür. Böylesi insanlar bu duygularını yadsıyarak yaşamdan öç almak için daha fazla saldırganlaşırlar. Öldürmek ve yok etmek isterler, güç gösterisinde bulunarak kendilerini kanıtladıklarını düşünürler. Oysa bütün bu yıkıp yok etmeleri yaparken insan olmak şöyle dursun yaratık olmanın ötesine geçemezler. Yaşanan savaşlar, yaratılan yıkımların özünde güç kaybetme korkusunun yarattığı öldürme duygusu yatmaktadır.
 
Özgür insan ölümü her şeyden az düşünür 
 
İnsan olmak yaşama ancak sevgi ile özveri ile yaklaşarak gerçekleşebilir. Bir insan ancak içindeki “ben olma duygusunu” yok ederek özgürleştiği takdirde insan olma vasfına ulaşır. Yok etmenin yerine yaratır, yıkmanın yerine inşa eder. Ki Spinoza bu durumu çarpıcı bir biçimde ifade etmiştir. Spinoza şöyle demektedir: Özgür insan ölümü her şeyden az düşünür onun bilgiliği ölüme değil yaşama yoğunlaşmasından doğar.
 
Buradan da anlaşılacağı gibi ölüm ve yaşam her ne kadar birbirini tamamlayan anlam derinliğini açığa çıkaran kavramlar olsa da birlikte var olmaları mümkün değildir. İnsanın, toplumun birinden birini seçmesi gerekmektedir. Ya tutsak olarak ölüme meyletmeli ya da özgürleşerek yaşamı yaşamalıdır.