Bir yılın ardından İran’da kadın mücadelesi
- 09:01 28 Aralık 2025
- Güncel
Shaghayegh Noruzi
HABER MERKEZİ – İran ve Rojhilat’ta kadınların öncülüğünde yükselen direniş, Batı’nın “kadın özgürlüğü” söyleminin savaş, hegemonya ve sessizlikle nasıl yan yana yürütüldüğünü açığa çıkarıyor.
Orta Doğu’da kadınların bedenleri ve yaşamları, ilk kez değil, tarihten bugüne sistematik biçimde; cinsiyet kontrol yasalarından seçim süreçlerine, askeri çatışmalardan küresel diplomasiye kadar güç politikalarının merkezinde konumlandı. Tahran’dan Gazze’ye, kadınların eylemlilikleri ve özgürlükleri, siyasi, askeri ve medya gücünün nasıl işlediğini görünür kıldı.
2025 yılında İran ve Rojhilat başta olmak üzere Ortadoğu genelinde yaşananlar, bu tabloyu bir kez daha ortaya koydu.
Açık bir çelişki: İnsan hakları kimin için ve ne zaman?
2024 ve 2025 yıllarında İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik sürekli ve yıkıcı bombardımanı sonucu 30 binden fazla Filistinli katledildi. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Ofisi’ne göre katledilenlerin en az yüzde 70’i kadın ve çocuktu. Buna karşılık, yıllarca kendilerini “Orta Doğu’da kadın haklarının savunucusu” olarak tanıtan aynı hükümetler, bu süreçte sessiz kalmakla yetinmedi; İsrail hükümetine askeri, mali ve siyasi desteklerini sürdürdü ya da artırdı.
Kadın özgürlüğü sloganını füzelerin üzerine yazdılar
Bu siyasi ikiyüzlülüğün en görünür örneklerinden biri, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun İran topraklarına düzenlenen askeri saldırılarda kullanılan füzelerin üzerine “Jin Jiyan Azadî – Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganının yazılması oldu. Rojhilat’ta kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı yükselttiği bu slogan, bu kez bir bombalamayı meşrulaştırmanın aracı haline getirilmeye çalışıldı.
Direnişin sembolü olan slogan, emperyal bir söylemin parçasına dönüştürülmek istendi.
İsrail saldırısının kadın hareketine etkisi
Düne kadar Batı propagandasında feminist kavramların araçsal kullanımı acı verici bir tablo sunarken, bugün bu kullanım suç sınırına ulaştı. Kadın özgürlüğü söylemi eşliğinde, aynı kadınların üzerine bombalar yağdırıldı. Son iki yılın yarattığı yıkımın ve özellikle İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının, kadın hareketinin bir bölümünde hedeflerin ve yöntemlerin yeniden tartışılmasına yol açtığı görülüyor.
Bu süreç, Batı’nın İran ve Rojhilat bağlamında hiçbir zaman “insan haklarını” öncelemediğini; esas hedefin nükleer hegemonya, jeopolitik kontrol ve bölgesel güç dengeleri olduğunu bir kez daha gösterdi. Kadın hakları, ifade özgürlüğü ve sosyal adalet söylemleri, ancak siyasi baskının hizmetine sunulabildiğinde gündeme getirildi.
İran, Rojhilat ve kadınların içsel gücü
2022 yılında Jina Emînî’nin Tahran’da katledilmesinin ardından ortaya çıkan “Jin, Jiyan, Azadî” hareketi, yalnızca bir protesto dalgası olarak gelişmedi. İlk kitlesel ve sürekli eylemler Rojhilat’ta ortaya çıktı; hareket kısa sürede İran geneline yayıldı. Bu süreç, kamusal yaşamın yeniden tanımlanmasının, kolektif direnişin ve kadınlara yönelik tarihsel şiddetten doğan içsel gücün açığa çıkmasının başlangıcı oldu.
Şiddete ve yoğun baskıya rağmen, bu hareket toplumsal izolasyona yol açmadı. Aksine, 1979 devriminden bu yana görülen en yaygın sivil direniş biçimlerinden biri haline geldi.
Sokaklar geçiş yolları değil, eylem alanları
O tarihten bu yana İran ve Rojhilat kentlerinin çehresi değişti. Sokaklar artık yalnızca geçiş yolları değil, doğrudan eylem alanları olarak kullanıldı. Zorunlu başörtüsünü terk eden kadınlar, eski bol paltolarını farklı renk ve modellerle değiştiren yaşlı kadınlar, metroda, üniversitelerde ve mağazalarda bedenleriyle kanunlara meydan okuyan genç kadınlar, bu dönüşümün parçası oldu.
Bu süreçte çok sayıda tutuklama yaşandı. Ancak geçen yıla kıyasla gözaltına alınanların daha hızlı serbest bırakıldığı görüldü; bunun temel nedeninin güvenlik kontrolleri olduğu belirtildi. Werişe Muradî ve Pexşan Ezizi’nin idam cezalarının kaldırılması 2025 yılı açısından önemli bir gelişme olarak kayda geçti. Buna karşın, siyasi olmayan suçlar gerekçesiyle verilen idam cezalarının sayısı yüksekliğini korudu.
Hükümet politikalarının meşruiyeti azaldı
İran İstatistik Merkezi’nin resmi verilerine göre, 2025 yılının ilk yarısında “kurallara uygun olmayan başörtüsü” gerekçesiyle verilen ahlak polisi uyarılarında yüzde 60 oranında azalma yaşandı. Birçok kentsel alanda bu politikalara ilişkin katı uygulamalara artık rastlanmadı.
Bu tablo, sembolik bir kazanımdan çok, hükümetin cinsiyet politikalarının meşruiyetinin aşındığını gösterdi. İdamların, tutuklamaların ve tehditlerin devam ettiği bir ortamda, direnişin sürmesi tek bir gerçeğe işaret etti: Kadınların gücü, dışarıdan gelen onaydan değil, yaşanmış cesaretten doğdu.
Yapısal direniş: Bireysellikten kurumsala
Orta Doğu kadın hareketi, özellikle İran ve Rojhilat’ta, ana düşmanın yalnızca tekil siyasi figürler olmadığını ortaya koydu. Ayrımcı yargı yasaları, güvenlik kurumları, resmi medya ve kadınları pasifliğe mahkûm eden baskın anlatılar, direnişin doğrudan hedefi haline geldi.
Bugün çocukların üzerine bombalar yağdıran, saldırgan devletlere silah satışını sürdüren ve yapısal ayrımcılığı meşrulaştıran hükümetlerden “özgürlük”, “demokrasi” ve “eşitlik” gibi kavramlar duyulduğunda, bu söylemler sorgulanmadan kabul edilmedi. Kadın hareketleri, bu kavramları teorik metinlerde değil; sahada, bedende ve sokakta yeniden inşa etti.
Uluslararası hukuki sessizlik ve neo-kolonyalizm
Batı, yalnızca sınır ötesi savaşlarda uluslararası hukuku ihlal etmekle kalmadı; iç politikada da insan hakları hareketlerine ilişkin somut adımlar atmaktan kaçındı. Baskıcı hükümetlerle güvenlik işbirliğinin sürdürülmesi, insan haklarına saygı duyduğunu iddia eden ülkelere silah satışlarının kesilmemesi ve insan haklarının seçici bir baskı aracı olarak kullanılması, kadın hareketleri gibi özgürleştirici direnişleri zayıflatan yeni bir teknokratik sömürgecilik biçimi olarak öne çıktı.
Bu yaklaşım, İran ve Rojhilat’taki kadınların durumuna ilişkin söylemleri pratik destekten yoksun bıraktı; insan haklarını gerçek bir dayanışma zemini olmaktan çıkararak propaganda aracına dönüştürdü.
Cezaevlerinden ve sınır ötesinden sesler
Bu koşullar altında Orta Doğu kadınları, baskı yapıları ve cezaevleri içinden de direniş seslerini yükseltmeyi sürdürdü. En kısıtlı koşullarda dahi ulus ötesi dayanışma kuran aktivistler, küresel güçlerin tanımasına ihtiyaç duymadan ortak bir baskı deneyimi etrafında buluştu.
Afganistan, Irak, Filistin, Suriye, İran ve Rojhilat’tan kadınlar, bedenlerin kontrolüne, yaşam tehditlerine ve kadınların seslerinin inkâr edilmesine karşı ortak mücadele stratejileri geliştirdi.
Dışarıdan kurtuluş değil, içeriden güçlenme
Bugün Orta Doğu’da mücadele eden kadınlar, Batı’dan bir kurtuluş beklentisi taşımıyor. Deneyimler, pratik destekten yoksun uluslararası çağrıların çoğu zaman fayda sağlamadığını, hatta kimi durumlarda hareketin dış meşruiyetini zayıflattığını gösterdi.
Kadın hareketleri, küresel güçlere bağımlılıktan uzaklaşarak öz yeterlilik, sosyal ağlar, kolektif hafıza ve gündelik eylem pratikleri üzerinden güçleniyor. Sesleri diplomatik salonlarda değil; Tahran sokaklarında, Rojhilat’ta, Gazze kamplarında ve bölgenin ezilen çevrelerinde yankılanıyor. Bu ses, artık hiçbir iktidarın kolayca görmezden gelemeyeceği bir güce dönüşüyor.







