Uluslararası komplo 24'üncü yılında: Karanlığı yırtan paradigmaya korku büyüyor
- 09:01 8 Ekim 2021
- Güncel
HABER MERKEZİ - Ortadoğu’ya müdahalenin ilk adımı olan uluslararası komplonun 23 yılında PKK Lideri Abdullah Öcalan, tutulduğu ağır tecrit koşullarına rağmen İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde kapitalist moderniteyi yerle bir ederek yıkmaya devam ediyor.
Uluslararası komployla 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda bırakılan ve 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan, 22 yıldır İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde ağır tecrit altında tutuluyor. Uluslararası komplo 23 yılını geride bırakıp 24'üncü yılına girerken, başta Ortadoğu olmak üzere dünya siyasetinde yaşanan gelişmeler ve olası sonuçlara ilişkin değerlendirmelerde bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın her geçen tespitleri bir kez daha güncelliğini koruyor.
Komplonun ilk aşaması
Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nden kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesiyle komplonun ilk aşaması hayata geçirildi. 2003’te yargılandığı Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında neden komploya maruz kaldığını ve uluslararası aktörlerin bu komplodaki rolünü anlatmıştı. ABD ve İsrail'in öncülüğünde 40'ı aşkın devlet ve istihbarat örgütünün yer aldığı komplo süreci, dönemin Suriye Devlet başkanı Hafız Esad üzerinde kurulan baskıyla fiili olarak devreye konuldu. Söz konusu baskıyla Abdullah Öcalan'ın 9 Ekim 1998 yılında Suriye'den çıkması sağlandı.
Komployla uluslararası güçler Abdullah Öcalan şahsında dört parçada Kürtlere yönelik tasfiye politikasını adım adım hayata geçirdi. Komployu 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak tarifleyen Abdullah Öcalan ise kendisi için dizayn edilmiş İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde ağırlaştırılmış tecrit altında komployu boşa çıkardı. Tecridin boyutu ve kapsamının her geçen gün ağırlaştığı İmralı’da geliştirdiği ‘Demokratik Modernite’ paradigmasına karşı ise saldırılar dört koldan sürdürülüyor.
‘Komplonun hedefi haline getirildik’
Atina Karma Yeminli Mahkemesi Yargıç ve Jüri Üyelerine ve Atina Savunması diye geçen savunmasında Ortadoğu’nun yeraltı-yerüstü zenginliklerine, petrollerine, toplumlarına ve yönetimlerine tam hâkim olma politikasını yürüten kapitalist dünya-sisteminin hegemon gücü İngiltere ve ABD’nin geçmişten günümüze politikalarıyla işbirliğine girmeyen devlet, toplum, örgüt ve hatta bireyleri imha veya tasfiye etmeyi bir yöntem olarak uyguladığı belirlemesinde bulunan Abdullah Öcalan, “Biz başından beri Ortadoğu’da, halklar lehine bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgimizde ısrar ettiğimiz için bu tasfiye politikalarının, komplonun hedefi haline getirildik” diyerek neden komplonun öznesi haline getirildiğine dikkat çekiyordu.
‘Ben ilke adamıyım halklar lehine çizgi sahibiyim’
“Şam’dayken İngiltere ve ABD’nin elçiler göndererek kendilerinin Ortadoğu politikalarına uyum sağlamamızı, aksi halde tasfiye edileceğimizi söylemişlerdi” diyen Abdullah Öcalan, “Onların işbirliği tekliflerini reddettim. Halklar lehine özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgiden vazgeçmeyeceğimizi söyledim. Ardından Talabani gelerek bana, ‘Öcalan ne yaptın, başını belaya soktun’ diyerek kararımı gözden geçirmemi istedi ve bu güçlerle işbirliğine girmeye ikna etmeye çalıştı. Ama bu teklifi de reddettim. ‘Ben ilke adamıyım, halklar lehine çizgi sahibiyim, halkların binlerce yıllık özgürlük eşitlik ütopyasını temsil eden bir özgürlük savaşçısıyım, başkalarının savaşçısı olmam’ dediğim için komployla tasfiyeme karar verdiler. Tasfiyemle birlikte PKK’nin de başsız kalıp dağılacağı hesaplanıyordu…” diyordu.
ABD-NATO- İsrail ve Türkiye’nin işbirliği 1998’de zirveye ulaşmıştı
Tasfiye edilme kararının 1998 öncesi alındığını ve bu kararın ABD-İngiltere-İsrail eksenli olduğunu aktaran Abdullah Öcalan, “Yasadışı olduğundan NATO Gladiosu eliyle adım adım uygulamaya konulacaktı. Benzer Gladio operasyonları, aynı zamanda Türkiye’yi kendilerine daha fazla bağımlı kılma operasyonlarıydı. Yine 9 Nisan 1996’da Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis ile ABD Başkanı Bill Clinton arasında Beyaz Saray’da gerçekleştirilen gizli görüşmede (Bu görüşmenin tutanağı sonradan basına yansımıştır.) benimle ilgili pazarlıklar yapılıyordu. Ortadoğu ve Suriye sahasında, 20 yıla yakın bir zaman geçirmiştim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulunmuştum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Ancak ABD-NATO-İsrail ve Türkiye’nin Suriye üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik kuşatması, 9 Ekim 1998 tarihinde zirveye ulaşmıştı” tespitinde bulunuyordu.
Komploya ABD önderlik etti
Abdullah Öcalan, İmralı’ya götürüldükten kısa bir süre sonra 10 Mayıs 1999 tarihli avukat görüşmesinde komploda yer alan devletlerin rolüne ve amaçlarına dikkat çekiyordu. Söz konusu görüşmede komploya ABD’nin önderlik ettiğini ve o gün tüm Avrupa ülkelerine inişinin yasaklandığını belirten Abdullah Öcalan, “Benim hakkımda NATO seviyesinde de karar var. Bildiğim kadarıyla silah bırakma karşılığında demokratik çözüm var. Benim hakkımda karar ‘96 yılında alınmıştı. NATO kararı direnirsem vurulmam, esir alınırsam da çözümdü” belirlemesinde bulunuyor.
Yunanistan’ın amacı
Yunanistan’ın bu süreçten temiz çıkmasını sağlamak için, kendisini zorla dışarı çıkarıp Türkiye’ye ‘vurdurmak’ istediklerine dikkat çeken Abdullah Öcalan, Yunanistan’ın amacına dair şu ifadeleri kullanıyordu: “Sadece amaçları bir Kürt-Türk çatışmasını geliştirmek, bu olmazsa beni pazarlamak istiyorlar. Bununla Türkiye’yi de komplo içine çekmek istiyorlar. Bu komployu bozmak için çalıştım. İhanet kol geziyor. Kürdistan’a dönmem, hem Moskova hem Atina tarafından engellendi. İhanet olduğu için ne istiyorlar ne de bırakıyorlar. İhanet, manipülasyon, sahtekarlık, güç, her şey vardı. Bir halk benim şahsımda yok edilmek isteniyordu. Batı neden böyle vahşi davrandı? Kader ağlarını çoktan örmüştü derken bunu anlatıyorum.”
‘Hukuk dışı kırk nokta var her biri en az bir yıl sürer’
Komplodaki gerçeklerin açığa çıkması gerektiğinin altını çizen Abdullah Öcalan, “Hukuk dışı kırk nokta var. Her biri en az bir yıl sürer. Derinliğine araştırılması lazım. Rusya’da oyun var, Yunanistan’da da. Onlara verdiğim dilekçem var. Onlar, Yunan Büyükelçisi benim yanımda sığınmayı kabul etti. Sonra ne yaptılar peki? Büyük oyun var. İtalya’dan da bilgi isteyebilirsiniz. Gerçekler önemli oranda ortaya çıkmalıdır. D’Allema’nın da içyüzü ortaya çıktı. Kaçırılmışız İtalya’dan. Şimdi telaş içinde. Mahkemenin, AİHM’in görevi de bu büyük oyunu ortaya çıkarmak olmalı. O uçağı sorsunlar. Kaçak bir uçak” diye belirtti.
‘Avrupa’ya dayalı Kürtçülük geliştirilmek istenecekti’
Abdullah Öcalan, komploda Kürt özgürlük mücadelesinin hedef alınmasına dair de 7 Ekim 1999’da, Yunanistan önceki dönem Başbakanı Simitis’in ‘Apo’nun dışında da Kürt liderler vardır. Yalnız Apo Kürt lideri değildir’ açıklamasına atıfta bulunarak, “ Bu oyunda ABD, Yunanistan ve kısmen Londra var, Kemal Burkay var. Şimdi Kürt unsurunu vurgulamamışız diye toplantı yapıyorlar. Benim infazımdan sonra da Avrupa’ya dayalı bir Kürtçülük geliştirilmek istenecekti. Kılıf da hazırdı zaten. ‘Kana bulaşmamış bir Kürt lider’ bulunacaktı. Şuna dikkat etmenizi istiyorum: Bu, kan üzerinden politika yapmaktır. Hem beni imha edeceklerdi, hem de şiddet yanlısı olmayan bir Kürt ile iş yapacaklardı. İhanetin püf noktası burasıdır. Türkiye’nin de bunu iyi anlaması için elimden geleni yaptım. Fakat yeterince anlaşılmadı” belirlemesine yer veriyor.
‘İmralı bir sonuçtur’
Aynı görüşmede “Komplo Türkiye’ye de yapılmıştır. Tarihle kimse oynayamaz” diyen Abdullah Öcalan, “Çok karanlık bir durum gördüm. Mutlaka aydınlatılması gerektiğini düşündüm ve yaşamaya karar verdim” diye vurguluyor. Abdullah Öcalan, kaçırılma sürecine dair ise 2001’de gerçekleştirilen görüşmede şu tespitte bulunuyor: “Kaçırılma süreci çok önemli. İmralı bir sonuçtur. Türkiye açısından da önemli. Senaryoyu Batı yazdı, temel aktör Batı’dır. Türkiye’ye gardiyanlık ve infaz rolünü verdi. Yunanistan ‘Apo yarı yolda ölecek’ diyor; tabancayı elçi bana verecekti. Tüm bunlar belgelidir. Beylik bir tabancayla direneceğim, Kürtler direnecek, on binler ölecek, böylece Türkiye teslim alınacak. (…) Ölümüm nasıl olur, çarmıhta mı olur, son nefesimi çarmıhta mı veririm? Bunun biçimini politika merkezine almıyorum. Ben savunmamı gerçekleri ortaya çıkarmak üzere yazıyorum.”
Uluslararası hukukun rolünü oynaması gerektiğine işaret eden Abdullah Öcalan, “Kendi hukukları neyi gerektiriyorsa, onu yapmak zorundalar. Aksi halde tarih kendilerini affetmez. Şimdi gerçekler sanki yeni yeni açığa çıkıyor gibi. Yunanistan’ın beni teslim etmesi, acaba Kıbrıs’la mı bağlantılıdır diye düşünüyorum” diye ekliyor.
‘Demokratik bir seferberlik yapılmalı’
“Avrupa bana hukuku değil, komployu dayattı. Ben şu anda Türkiye’nin değil, komplonun mâhkumuyum” diye vurgulayan Abdullah Öcalan, uluslararası güçlerin rolünün bir kez daha altını çiziyor, 16 Mayıs 2001’deki görüşmesinde. “Komplo yürürse ne olur? Bu eşittir, on binlerce kişinin ölmesidir. Bunun olmaması için, herkesin demokratik yasal sürece sahip çıkması gerekir. Demokratik bir seferberlik yapılmalı. Ben ilah değilim, yarın öbür gün ölebilirim. Benim yüzümden kimsenin burnunun kanamaması gerekiyor. Bir damla kanın bile dökülmemesi gerekir. Polis de dağdaki de sokaktaki insan da ölmemeli. Yasal demokratik sürecin sonuna kadar kullanılması gerekir. Bu yapılmazsa, bunun sorumlusu ben değilim. Demokratik bir parti olduklarını söylüyorlar; demokratik seferberliğin nasıl olacağını daha bilmiyorlar. Demokratik hakları kabul etti mi, kardeşlik gelir. Bunun tersi, savaşın geri gelmesidir. Benim hatırım için ne kimse eylem yapsın ne de dursun. Benim için değil, halk için, demokrasi için, insan hakları için olur” ifadelerini kullanıyor.
‘Yaşayarak komployu boşa çıkardım’
Kendisinin ölümünün planlandığını ve bu şekilde Kürt yurtseverliğinin bitirilmesinin amaçlandığına aynı görüşmede işaret eden Abdullah Öcalan, Türkiye’ye getirilişinin ardından Genelkurmay’ın “Bu oyunu bozalım, kardeşliği kuralım” dediğini aktarıyor. Abdullah Öcalan, “Şimdi daha iyi anlaşılıyor. Benim tavrım da iyiydi. Yoksa on bin kişi ölecekti. Komplo benim ölümüm üzerine kurulmuştu. Ben yaşayarak komployu boşa çıkardım” diyor.
Birinci komplo dönemi
PKK Lideri Abdullah Öcalan, 18 Şubat 2011 tarihindeki görüşmesinde ise komplo sürecini ‘dört dönem’ şeklinde tarifliyordu. Birinci dönemi 1993 yılında Turgut Özal'ın ölümüyle yaşanan süreç olarak değerlendiren Abdullah Öcalan şöyle devam ediyordu: “Özal, Kürt sorununa cesur bir biçimde yaklaştı. ‘Bu sorunu kesin çözeceğim, çözmem gerekir’ diyordu. O dönemde Özal'ı kuşattılar, ordu içinde de çözüm isteyen herkesi tasfiye ettiler. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi o dönem birçok subayı çözüm yanlısı gördükleri için, kendilerinin önünde engel gördükleri için öldürdüler, tasfiye ettiler. Bu konuda Talabani'nin de önemli bilgileri var. Talabani ‘Biz Eşref Bitlis ile çözüm noktasında aynı fikirdeyiz’ diyordu. Talabani '93'te bunu bana söylemişti. O dönemde Uğur Mumcu gibi bazı aydınları da tasfiye edip öldürdüler.”
Gladio ile anlaştılar
İkinci komplo döneminin 1997 ve 1998 yıllarında yaşandığına dikkat çeken Abdullah Öcalan, o dönemde Necmettin Erbakan’ın daha samimi ve çözüme yakın yaklaşımlarda bulunduğuna işaret ederek, “Erbakan'da da Özal'da olduğu gibi saf ve doğru bir yanı vardı. Bizimle de ilişkiye geçmişti. '97-98 döneminde bizimle hem sivil kesim hem de askeri kesim irtibata geçmişti. Ancak Gladio çok güçlüydü. Taraf gazetesinin bir yazısında da okudum. ‘Kim bu dönemi baltalayan?’ diye soruyordu. Doğru bir soru. O dönem de çözüm şeyi varken komplo devreye konuldu. (Hüseyin) Kıvrıkoğlu ve Ecevit çizgisi diğerlerine oranla biraz daha bağımsızlıkçıydı. Bu nedenle oynanan bazı oyunların önüne geçme çabaları vardı. Tabi benim Türkiye'ye teslim edilmem karşılığında bazı şeyleri kabul etmiş olabilirler ama her şeyi de yapmak istemiyorlardı.
Üçüncü komplo sürecinin 2003 yılında başladığı tespitinde bulunan Abdullah Öcalan, Başbakanın Diyarbakır'a gidip ‘Kürt sorunu benim sorunumdur, çözeceğim’ dediğinde Türk Gladiosu onu da Ecevit gibi götürecekti ancak anlaştılar. AKP döneminde Balyoz gibi dört tane darbe planı yapıldı. Daha sonra Başbakanla bu Gladio anlaştılar, bazı esaslar üzerinde anlaştılar. Birlikte yönetme kararı aldılar” diye belirtiyor.
‘Siyah komplo ve yeşil komplo birbirinden farklı’
Dördüncü komplo dönemini “yeşil komplo” diye de niteleyen Abdullah Öcalan, önceki komplo dönemlerini ‘siyah komplo dönemleri’ olarak nitelendirebileceğine dikkat çekerek, “ Siyah komplo dönemleriyle bu yeşil komplo dönemi birbirinden farklıdır. Siyah komplo dönemlerinde JİTEM’e, kontraya, itirafçılara sınırsız yetki verilmişti, sokak başlarında, her yerde adam öldürme yetkisi verilmişti. Mesela sokak ortasında Musa Anter’i öldürdüler, bunun gibi Diyarbakır’ın birçok sokağında gündüz ortasında ve diğer birçok şehirlerde insanlarımızı öldürüyorlardı. Bu yetki bizzat devlet tarafından onlara verilmişti. O dönemde Türk Gladio’su bizzat en üste bağlıydı. Tansu Çiller, Doğan Güreş bunlar emir veriyorlardı. Bütün bu cinayetler bunların bilgisi dahilinde gerçekleşiyordu” diyor.
‘En çok kadının öz savunması önem taşıyor’
Aynı dönemin içinde kadın sorununa da dikkat çeken Abdullah Öcalan şu tespitlerde bulunuyor: “Bu dönemin kadın boyutu var. Bu dönemde en çok kadının özsavunması önem taşıyor. Doğrudan namus anlayışıyla yaklaşmıyorum, kadının beyinsel, ruhsal, bedensel kendini korumasından bahsediyorum. Erdoğan’ın ‘üç çocuk yapın’ açıklamasının altı boş değildir. İşte Rize Belediye Başkanı diyor ki Kürtlerden kız alın. Bu öyle basit bir söylem değildir. Rize belediye başkanı kendi başına bunu söylemiyor, Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahilinde konuşuyor. Tayyip Erdoğan kendi döneminde söyleyemediklerini bu belediye başkanı dile getiriyor. Bunlar belli bir planın, komplonun parçasıdır. Bildiğim kadarıyla Ağrı’dan Rize’ye 12-13 yaşlarında bir kız, sanırım oraya fındık toplamaya giderken bir Rizeliyle tanışmış, bu basında büyük bir ‘aşk’ olarak gösteriliyor. Bu nasıl bir aşk! 12-13 yaşındaki bir kızın aşkı mı olur! Oraya çalışmaya, fındık toplamaya giden bir kız, çok kötü şartlarda çalışıyor, maddi olanaklara ihtiyacı var, daha iyi şartlarda yaşamak için böyle bir tercihe mecbur kalmış. Aile de buna onay veriyor. Diğer taraf da hiç ihtiyacı olmamasına rağmen kendi bölgelerinde çok daha eğitimli kızlar olmasına rağmen bunu tercih ediyor!
Aslında bu normal bir evlilik ya da aşk değil, bir köleliktir, bir kölelik muamelesidir. Kızı alıp köle gibi çalıştıracak, kullanacak. Ben bu kız için ‘Ağrılı mağdure’ tanımlamasını kullanıyorum. Sanırım bu şekil evlilikler Ağrı’da yaygınmış. Ağrı, Muşta da yaygındır. Kısmi olarak Urfa ve Diyarbakır’da da oluyor. Örneğin Urfa’dan kız Karadeniz’e götürülürken Malatya’da bir kaza olmuştu. Bu yeşil komplo döneminin bilinçli bir politikasıdır. İşte bölgeden Kürt kızları götürülerek bu şekilde aileler üzerinden bir ilişkilenme geliştiriliyor. Mesela Diyarbakır’da Kepoğlu ailesinin kızı bir Karadenizliye verilmişti. Bu ailenin 13 bin kişilik bir nüfusu var. Bu şekilde bu aileler üzerinden kültürel bir soykırım geliştirilmek amaçlanıyor. Sanmayın ki Kürt kızlarıyla normal bir evlilik yapılıyor, tamamen onları köleleştirme, kendi hizmetlerinde kullanmaya yöneliktir. Aslında kendi çevrelerindeki kızları, Kürt kızlarından daha okumuş ve daha kendi anlayışlarına uygundur ama kendi çevresinden değil, bilinçli olarak Kürt kızları seçiliyor! Bin tane Kürt kızı bu şekilde Karadeniz, Kayseri’ye götürülmesi, bin tane Kürt ailesiyle ilişkilenmek, bu bin aileyi kendi toplumundan koparıp kontrolleri altına almak anlamına gelir. Ağrı’da bir konuda birinci gelen kıza, TOKİ’den bir ev vermişler. Fakat bunun çok planlı bir şekilde reklamını yaptılar. Mardin’de tecavüze uğrayan, mağdur olan bir kız vardı. İlk olayda tecavüze uğrayan bu kız daha sonra “bunu para kazanmak için yapmaya devam ediyorum” demiş. Hakim de rıza olduğu gerekçesiyle suçluların cezalarında indirim yaptı.
Evlilik özgür eş kuramına dayanmalı
Onun hayatını anlatan bir kitap yazılmalı, sadece bu değil, bunun gibi konular üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Batman’da da bilinen tecavüz olayları var. Yatılı bölge okullarında da bu tür olaylar çok yaygındır, planlıdır, bunlara çok dikkat etmek gerekiyor. Bu saydıklarım örnekler gibi binlerce örnek var. Siirt’te yaşanan olaylar var. Küçük yaştaki çocuklara tecavüz edip öldürüyorlar. Bir toplumda kadın kültürel soykırıma uğramışsa o toplum bitmiştir, o toplumdan bir şey çıkmaz. Yine bir toplumda kız çocuklarına tecavüz ediliyorsa ve bir yerde buna yüzlerce insan da dahil oluyorsa o toplum bitmiştir. Peki, kadın kurumları ne yapıyor? Yarısı sisteme hizmet ediyor. Kadın kurumları, kızları eğitmeliler, bilinçlendirmeliler. Kadın kurumları bir kongre oluşturmalıdırlar, bu kongrenin bir daimi yürütmesi mutlaka olmalıdır, gece gündüz durmadan çalışmaları gerekir. Batman’daki, Siirt’teki, Mardin’deki tecavüz olayları, bahsettiğim olaylar var. Bunlarla ilgilenilmelidir. Bizim bu konudaki çabamızı burada uygulamak zorundayız.
Kürtler büyük bir kültürel soykırımın pençesinde
Bütün bunlar bu dönemin politikalarının sonucudur. Yani Kürtler, büyük bir kültürel soykırım pençesindedir. Ben bizimkilere de şunu söylüyorum, öneriyorum; Özgür Eş Kuramı. Bu kavramı kullanıyorum. Savunmamda da bu konuyu belirttim. Ben bütün evlilikleri lanetlemiyorum, mahkum etmiyorum. Ancak bir evlilik özgürlük temelinde tutarlı olmalıdır. Evlilik bu anlamda tutarlıysa anlamlı olur. Kürtlere bu konuda şunu söylüyorum, kendi kızlarının eğitimine özel önem vermelidirler, kendi kızlarını korumalıdırlar. Kendi kızlarına, çocuklarına kendi eğitimlerini vermelidirler, bunlar için eğitim yerleri açmalıdırlar. Çocuklarına sahip çıkmalıdırlar. Kürtler çok büyük bir soykırım planının kıskacındadır. Hatta ben yeni savunmamın adını ‘Kürtler Kültürel Soykırımın Kıskacında’ olarak verdim.”