Diyarbakır’dan Ankara’ya uzanan göç, işkence ve mücadele yolculuğu

  • 09:02 13 Ekim 2021
  • Portre
Sevim Sütcü
 
ANKARA - Her birinin yaşamı ayrı bir hikaye olan Barış Anneleri’nden biri de Hatice Ay. Diyarbakır’da baskılarla başlayan zorunlu göç yolculuğu, onu Ankara’ya kadar götürüyor ama Hatice yürüdüğü yolda kararlı: “71 yaşındayım barış için veya Kürtler için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım. Ben yaşlandım, belki barışı görmeyeceğim ama Kürtlerin üstesinden geleceğine inanıyorum…”
  
“Barış için elimden ne gelirse sonuna kadar yapacağım.” Bunlar,  ömrünü barışa adayan annelerden Hatice Ay’ın dilinden dökülen cümleler.  Çocukluğundan sonra yüz yüze kaldığı devlet işkencesi ve baskısı, onu ve ailesini, binlerce Kürt gibi göçe zorluyor. Ancak topraklarından gitmek, onun kimliğine olan bağlılığını bir nebze bile azaltamıyor. Bu bağlılık ile Barış Annesi Hatice’nin Diyarbakır’da başlayan mücadelesi Ankara’ya kadar uzanıyor.
 
‘İnsanlar korkuyor, çocuklarını sokağa çıkaramıyor’
 
Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Arıklı köyünde 1951 yılında 8 kardeşin en büyüğü olarak dünyaya gelen Hatice, kendi deyimiyle şimdiki çocuklara göre daha özgür bir çocukluk geçiriyor. Hatice, “Biz çocuklar gece gündüz dışardaydık, neredeyse hiç içeri gelmezdik. Ama şimdiki çocuklara baktığımız zaman, gününü hep içerde geçiriyorlar. Bu devirde çocuklar dışarıya çıkamıyorlar. Kuzuları otlatmaya dahi çıkamıyorlar. Daha birkaç yıl önce kuzuları otlatırken Ceylan Önkol’u bombayla öldürdüler. Çocuk sokakta bisikletiyle oynarken, panzerle öldürdüler. İnsanlar artık daha çok korkuyor, çocuklarını sokağa bile çıkaramıyor.  Çocuklar güvende değil. Benim çocukluğumda bunlar yoktu. Bizim çocukluğumuzda her şey çok daha güzeldi” sözleriyle kendi çocukluğunu ve bugünkü çocukluğu karşılaştırıyor.
 
‘Ne zaman ki devlet Kürtleri hedef aldı, o zaman huzurumuz kaçtı’
 
Hatice 19 yaşındayken kuzeniyle evleniyor. Bu süreçte köyde zamanını halı, kilim gibi el sanatları ile geçiriyor. Yaptıkları işin çok yorucu olduğunu belirten Hatice, buna rağmen mutlu olduklarını da ekliyor. Hatice, köy yaşamına dair şunları anlatıyor: “Köy şartlarında çeşmeden su getirmek için saatlerce kar kış demeden yürürdük, yine de sevgi dolu bir yaşam sürdürüyorduk. Ne zaman ki devlet biz Kürtleri hedef aldı, o zaman huzurumuz kaçtı. Biz Kürtçe kasetleri teybe koyar, Kürtçe müzikleri gizli gizli dinlemek zorunda kalırdık. Çünkü devlet tarafından köylere hep baskınlar düzenlenirdi. Kürtçe müzik dinlerken ‘Askerler köye geldi’ diye haber verilirdi. Biz hemen o kaseti yatakların altına saklardık. Gençliğimizde devletin üzerimizde çok baskısı vardı. Çocukluğumdan bu yana baskıların gittikçe arttığını görüyoruz. Bu devletin baskılarından kaynaklı ne çocuklarımız ne de biz büyükler hiçbir şeyin tadını alamadık.”
 
‘Dayatmalarla toprağını terk etmek bir başka acı veriyor’
 
“İnsanın kendi toprağında yaşaması, gurbette altınlar arasından yaşamasından bin kat iyidir” diyen Hatice, kendi topraklarında zaman zaman yaşadıkları açlığa susuzluğa rağmen yine de mutlu olduklarının altını çiziyor. 1994 yılında Diyarbakır’dan Ankara’ya geldiğinde zorluklar yaşadığını dile getiren Hatice, “İki yıl boyunca hep ağladığımı hatırlıyorum. Çünkü gurbet bana çok zor geliyordu ve toprağımı, komşularımı sevdiklerimi çok özlüyordum. Bir de istemeyerek, başkalarının dayatmalarına mecbur kalıp gitmek, insana başka bir acı veriyor. Hatta bazen dayanamıyordum içim doluyordu, topraklarıma karşı hissettiğim özlemlerle ağıt yakardım. İnsan hayatında zorlukları yaşadığı zaman, yüreği yandığı zaman kendiliğinden ağıtlar dökülüveriyor. Ağıtlar yakıyordum, anneme kaset doldurup memlekete gönderiyordum. Kasetim hala duruyor” sözlerine yer veriyor.
 
Hatice, içine girdiği bu yeni dünyanın dayattığı kültüre karşı kendisini, dilini, kimliğini korumanın mücadelesini sürdürüyor.
 
‘Evlerimizi yakarken bize izlettiler’
 
Ankara’nın gri havasından 90’lı yıllara doğru yolculuğa çıkan Hatice, köy yakmalarının arttığı süreci hatırlatıyor: “1994 yılında Arıklı köyünde yaşarken bir sabah güneş daha yeni yeni doğuyordu, asker tüm köyün etrafını sarmıştı. Önce erkek, kadın, çocuk, bebek tüm köydeki halkı evlerden tek tek toplayarak okulun önünde oturttular. Daha sonra alın terimizle ömrümüzü verdiğimiz malımızı, evimizi, hayvanlarımızı, emeğimizi ateşe verdiler. Köy halkı neye uğradığını şaşırdı. Kucağımda bebeğim, en büyüğü 16 yaşında olan 8 çocuğumla beraberdim. Askerler bizi okulun önüne oturttular. Baktım ki, aşağı mahalleden dumanlar yükseliyor. Zaten köyümüzün etrafı onlarca panzerle sarılıydı ve binlerce asker de etrafımızı sarmıştı. Köyümüzü yaktılar, bizi de köyün karşısında toplayıp yakılan evlerimizi, emeğimizi izlettirdiler. Tabi o yanan köy ile beraber yüreğimiz de yandı. Biz ne kalkabiliyorduk ne de müdahale edebiliyorduk. Bizi sebepsiz esir almışlardı. Köyün hepsi yanana kadar bizi bırakmadılar. Günlerce o yanan evlerin eşyalarının külleri arasında yaşadık. Bir yaşam boyunca da travmasını yaşadık, 71 yaşındayım hala yaşıyorum.”
 
‘Kardeşime, ateşi söndürmeye çalıştığı için saldırdılar’
 
Hatice, köyleri yakıldıktan sonra karşılaştıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Askerler köyü terk ettikten sonra yakılan evlerimize geldik, hiçbir şey kalmamış. Belki bir iki parça kurtarırız diye kardeşim Şahin, kova ile su götürüp ateşi söndürmek istediğinde ağaçlar arasında saklanan askerler tarafından saldırıya uğradı ve onu götürdüler. Köy yakılırken 3 kişi korkudan dağa gitmişti. Sonra üçünü de dağda yakalayıp götürmüşler. Kardeşim Şahin'e çok işkence etmişlerdi. Diğer aldıkları köylülere de Şahin için ‘terörist’ desinler diye işkence ediyorlar. Şahin’i, Lice’nin aşağılarında bir su kuyusuna atıyorlar. Biz günlerce Şahin’den haber alamadık. O aralar çok yağmur yağmıştı Şahinin bedeni üzerinde seller geçmişti. Biz onu bulduğumuzda bedeni suda şişmişti. Şahin'in hali, bu yaşıma geldim, hala gözümün önünden gitmiyor. O suda Şahin’i gördüğümüzde öldüğünü düşündük ama zor nefes alıyordu. Bedenini işkenceden simsiyah kömür gibi yapmışlardı.”
 
‘Kürt olduğumuz için bize tavır alıyorlardı’
 
Köylerinin yakılmasından sonra Diyarbakır merkeze göç etmek zorunda kalan Hatice ve ailesine yönelik devlet şiddeti devam ediyor. Büyük oğlu Diyarbakır’da çalıştığı sırada iş çıkışlarında kaçırılarak işkence edildiğini ifade eden Hatice, “Yani Diyarbakır merkezde de bize huzur vermediler. Çocuklarımı öldürürler, bir şey başlarına getirirler diye çok korktum. Devlet, evimizi barkımızı ekmeğimizi yaktı. Kalkıp 9 çocukla, eşimle beraber 11 nüfus, üstü açık bir kamyonla Ankara’ya kadar gelmek zorunda kaldık. Ankara’da bize kimse kiraya bile ev vermiyordu. En sonunda ev bulduğumuzda da bina sahibi bizimle iki yıl boyunca hiçbir şekilde muhatap olmadı ve Kürt olduğumuz için bize tavır alıyorlardı. Tabi sonraki yıllarda insanlığımızı gördüler, öyle bizimle komşuluk ettiler” diyor.
 
‘Çocuklarım 15 yıl boyunca simit satarak geçimimizi sağladı’
 
Ankara’da yeni bir sorun baş gösteriyor: Geçim sıkıntısı. Hatice’nin çocuklarının sokak sokak sattığı simitlerle aile geçimini sağlıyor. Çocuklar 15 yıl boyunca sattıkları simitlerle geçinmeye çalışıyor: “Yerinden yurdundan olan insanlar ortalıkta kaybolup gidiyor. Benim ailem de öyle oldu. Oğlum simit satarken saldırdılar ve genç yaşlarında canından oldu. Diğer oğlumu daha 40’ına basmadan iş kazasından kaybettik, çoluk çocuğu yetim kaldı. Devlet, bizi darmadağın etti ve bizi buna mecbur bıraktı. Son 10 yıldır da fırın açtık. 9 tane çocukla Ankara’da büyütüp okutmak kolay değil ama biz hiçbir zaman kendimizi bırakmadık. Her şeye rağmen dik durmaya çalıştık ve alın teriyle bugünlere geldik.” 
 
‘Hiç kimsenin bizi yargılamaya hakkı yok’
 
Doğup büyüdüğü topraklardan uzakta geçirdiği 27 yıla rağmen Ankara’ya alışamadığını belirten Hatice, “Yılda 4-5 kez memlekete gidiyordum ve hala da özlüyorum. Ben memleketimi terk etmek zorunda kaldığımdan beri kendimi de hayallerimi de orada unuttum geldim, bir daha da keyif alamadım. Biz Kürt olduğumuz için öldürüldük, işkence edildik. Biz hiç kimseyi yargılamıyoruz, hiç kimsenin de bizi yargılamaya hakkı yok” sözlerine yer veriyor.
 
‘Hayatımız dilimizdir, dilimiz de hayatımızdır’
 
Hatice, Ankara’da tek sosyal faaliyet olarak üye olduğu partiye gidip geldiğini söylüyor. Türkçe bilmeyen Hatice, partiye her gittiğinde herkesin onunla Türkçe konuşmasına tepki göstererek rest çekiyor ve 7 yıl boyunca partiye ayak atmadığını kaydediyor. Hatice, “Çünkü Türkçe bilmiyordum, her gittiğimde de benimle Türkçe konuşuyorlardı. Ben bir gün dayanamadım, oradaki çalışana ‘Buraya anadilimiz serbest konuşulsun diye ve bunun mücadelesi için geliyorum. Ben Türkçe bilmiyorum. Türkçeniz varsa saklayın, lazım olduğu zaman kullanın. Yani ne diye halkın arasında Türkçe konuşuyorsunuz’ dedim.  Dil bir yaşamdır. Hayatımız dilimizdir, dilimiz de hayatımızdır. Biz Kürt’üz ama kimliğim yok. Yani kimliksiz olur mu” diyor.
 
Çocuklarına Kürtçe isimler verdi
 
Kürtçeye yönelik baskı ve asimilasyon uygulamalarına karşı Hatice, aile içinde de dışında da mücadele veriyor. Hatice, dilini ve kimliğini çocuklarına verdiği isimlerle de diri tutma çabasında. Kız çocuklarına verdiği Kürdistan, Newroz, Zelal, Hîvda isimleriyle kendini iyi hissettiğini dile getiren Hatice, çocuklarına verdiği isimler dahi gerekçe yapılarak baskılara hedef olduğunu paylaşıyor.
 
‘Tüm Newrozlara selam olsun…’
 
Ankara’daki yaşamı boyunca mücadelesinden ödün vermeyen Hatice, hedef alınıyor ve iki kere evine baskınlar yapılarak gözaltına alınıyor. Hatice, yıllardır süren baskılara karşı ise cevabını şöyle veriyor: “Başımıza ne gelirse gelsin yaşam tarzımızın değişmesine, dilimizin kaybolmasına izin vermedim, vermeyeceğim de. 71 yaşındayım barış için veya Kürtler için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım. Ben yaşlandım, belki barışı görmeyeceğim ama Kürtlerin üstesinden geleceğine inanıyorum. Ben kimseye değil Newrozlara inanıyorum. Onlar olduğu sürece zafer yakındır. Barışı, kardeşliği sağlayacağına inanıyorum. O yüzden tüm Newrozlara selam olsun.”