Tülay Hatimoğulları: Hem müzakereye hem de mücadeleye varız

  • 09:02 21 Aralık 2024
  • Siyaset
Melek Avcı 
 
ANKARA - DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları 1 Ekim’den bu yana süren tartışmalar sonrası İmralı ile görüşme başvurusuna ilişkin , “DEM Parti’den gidecek olan heyetin görüşme izninin çıkması, doğrudan Suriye ve Rojava’daki gelişmelerle ilintili olduğu için bu iktidarın vereceği bir siyasi karardır” dedi. 
 
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 1 Ekim'deki Meclis açılışında DEM Parti ile tokalaşması ve daha sonrasında bu tokalaşmayı “uzatılan süreç eli” olarak adlandırmasından bu yana, İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan ile görüşmelerin yapılması çağrısı gündemde olmasına rağmen henüz somut bir gelişme yaşanmadı. DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan’ın son görüşmesinden bu yana Abdullah Öcalan’a yeni disiplin cezaları verilirken, DEM Parti’nin yaptığı İmralı başvurusuna ilişkin ise Adalet Bakanlığı “planlıyoruz, makul süre” minvalinde yanıtlar vermeye devam ediyor.
 
Öte yandan “barış” ihtimali tartışılırken, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımlar, tutuklama ve gözaltılar, Kuzey Doğu Suriye’de Özerk Yönetim’in Türkiye tarafından desteklenen Suriye Milli Ordusu tarafından saldırılara maruz kalması tüm bu süreci muğlak kılıyor.
 
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, yaşanan gelişmelere ilişkin JINNEWS’in sorularını yanıtladı. 
 
"Barışa dair en ufak bir parıltı fark ettiğimiz yerde; onu daha da büyütmek, geliştirmek için çalışmalarımızı sürdürme konusunda zerre bir tereddüdümüz yok. Halklarda "Kürt sorunu çözülecek "algısı yaratıp insanları boş bir umuda sürükleme ihtimali de göz ardı edilmemelidir. O nedenle hem müzakereye varız hem mücadeleye de varız dedik.”
 
*Kamuoyu, 1 Ekim tarihinden bu yana bir dizi gelişmeye tanıklık etti. Önce Devlet Bahçeli’nin tokalaşması, ardından grup toplantısında dile getirdiği sözlerle bu tartışmalar iktidar cephesinde gündeme taşındı. Partiniz, bu çıkışları nasıl değerlendirdi?
 
 
Yıllardır gündemimizde olan Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemle çözülmesine dair mücadelemiz, farklı kesimlerce ve partimiz tarafından devam ettirilen bir mücadeledir. Özellikle 4 yılı bulan Sayın Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin kaldırılmasıyla ilgili Türkiye, Avrupa, Orta Doğu ve dünyanın dört bir yanından insanlar çeşitli eylemler, etkinlikler ve çalışmalar düzenliyor. Çünkü Kürt halkı ve diğer tüm halklar da, Sayın Öcalan üzerindeki tecrit ortadan kalkarsa onun hem Kürt sorununun çözümüne hem de Orta Doğu’daki barışa çok büyük bir katkı sağlayacağına dair güçlü bir kanı var. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü ve İmralı tecridinin kalkması bizim hep temel gündemlerimizdendi. Fakat bu gündemler, iktidar tarafından uzunca bir aradan sonra ilk kez dile getirildi. Bahçeli’nin 1 Ekim’de Eş Genel Başkanımız Tuncer Bakırhan ile selamlaşmasıyla başlayan çeşitli gelişmeler oldu. Her hafta grup toplantısı yaptığı günlerde Devlet Bahçeli’nin bu konuya dair mutlaka bazı ifadeleri oldu. “İmralı tecridinin kalkması, Sayın Öcalan’ın gelip Meclis’te konuşması” şeklinde söylemleri oldu. Tabii ki “Acaba bir barış süreci yaşanabilir mi?” sorusunu pozitif olarak aklımıza getirdi.
 
Ama aynı zamanda hem geçmiş dönem deneyimleri hem de 1 Ekim’den bu yana yaşananları değerlendirdiğimizde, bizim bu sürece temkinli yaklaşmamız gerektiğine kanaat getirdik. Hatta yaptığımız açıklamalarda, barışa dair en ufak bir ışık görürsek hiçbir biçimde geri durmaz, bir diyalog ve müzakere partisi olarak mutlaka rolümüzü, tarihsel misyonumuzu oynarız dedik. Fakat bunu zamana yayarak, başta Kürt halkı olmak üzere geniş kitlelerde “Kürt sorunu çözülecek” algısı yaratıp insanları boş bir umut, boş bir hayale sürükleme ihtimali de göz ardı edilmemelidir. O nedenle “hem müzakereye varız hem de mücadeleye varız” dedik. Bu sürece dair ortaya koyduğumuz çizgi budur, hâlâ da aynı çizgideyiz. Barışa dair en ufak bir parıltı fark ettiğimiz yerde, onu daha da büyütmek, geliştirmek için çalışmalarımızı sürdürme konusunda zerre bir tereddüdümüz yok. 
 
Bir yandan barış diyeceksiniz bir yandan kayyım, gözaltı, tutuklama… E ne değişti?
 
Bu bakımdan DEM Parti olarak, barışın toplumsallaşması için somut adımlar atmak üzere çalışmalarımızı yoğunlaştırdık. Bu çalışmalar kapsamında; parlamentoda temsili bulunan ya da bulunmayan partiler, sol-sosyalist-demokratik çevreler, partiler, sendikalar, emek-meslek örgütleriyle temaslarımız oldu. Eşbaşkanlar olarak heyetle birlikte bu temaslarımızı sürdürüyoruz ve bu turumuzu devam ettireceğiz. Elde ettiğimiz izlenim; gerçekten Kürt sorununun çözülmesiyle ilgili herkes umutlanmak istiyor, “çorbada bizim de bir tuzumuz olabilir mi” penceresinden bakıyor. Tabii bir kesim de Bahçeli’nin bu çıkışının samimiyetle ölçülmesine dair bir yaklaşım içerisinde.
 
Belki birazdan Suriye’deki gelişmeler, buna bağlı olarak Kürt sorununun çözümünün nerede durduğunu konuşacağız ama şöyle bir gerçeklik var; bir yandan, “İmralı’da tecrit kalksın, Sayın Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun” deniyor ama öte yandan kayyım atanıyor. Başta DEM Parti olmak üzere diğer belediyelere, Ovacık ve Esenyurt’taki CHP belediyelerine kayyımlar atandı. Aynı şekilde belediyelerin SGK borcunun ödenmesi adı altında belediyelerin varlıklarına, kaynaklarına el konuluyor. DEM Parti belediyeleri zorlanıyor, CHP belediyeleri keza öyle. Bu kayyımın başka bir versiyonudur; muhalefetteki belediyeleri ya kayyım yöntemiyle ya da parasını pulunu kısarak, haciz koyarak “çalıştırmayacağım” yaklaşımı var iktidarın.
 
Dolayısıyla siz bir yandan barış isterken, diğer yandan belediyelere kayyım atıyorsunuz, bu kabul edilemez. İkinci olarak kabul etmeyeceğimiz şey, gözaltı ve tutuklamaların sürüyor olmasıdır. Geçtiğimiz günlerde, içinde Emek Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcımız sevgili Sevtap Akdağ ve DİSK Genel İş Başkanı Remzi Çalışkan’ın da bulunduğu bu dosyada yer alan 9 kişi tutuklandı. Yine birkaç gün öncesinde gözaltılar gerçekleşti ve Mersin İl Eşbaşkanımız beraberinde birçok arkadaşımız tutuklandı. Bu tutuklamalar bitmiyor.
 
Bir yandan barış diyeceksiniz, bir yandan kayyım, gözaltı, tutuklama… E ne değişti? Suriye başlığını da konuştuğumuzda şu çıkıyor: “Biz burada havuç uzatacağız ama Suriye’deki Kürtleri de döveceğiz.” Böyle bir barış olabilir mi? Tüm bunları artısıyla eksisiyle, dostlarımızla, ittifak güçlerimizle, bileşenlerimizle ve halklarımızla birlikte değerlendiriyoruz.
 
“Suriye’deki gelişmelerden haberdardılar ve oradaki gelişmelere bağlı olarak DEM Parti’nin Sayın Öcalan ile görüştürülüp görüştürülmeyeceğine karar verilecek. O nedenle DEM Parti’den gidecek olan heyetin görüşme izninin çıkması doğrudan Suriye ve Rojava’daki gelişmelerle ilintili olduğu için bu iktidarın vereceği bir siyasi karardır.”
 
* Bahsettiğiniz üzere, Devlet Bahçeli’nin partinizi işaret ederek 'PKK lideri Abdullah Öcalan ile gitsinler görüşsünler' şeklinde bir çıkışı oldu. Aynı gün Adalet Bakanlığı’na bir başvuru yaptınız. Ancak bu başvuruya henüz yanıt verilmedi ve bakanlık sadece 'makul süre' ifadesini kullanıyor. Bu süreçte olumlu bir dönüş almayı bekliyor musunuz?
 
Olumlu yanıt gelmesini bekliyoruz. Gelsin istiyoruz ve gelmesi için de uğraşıyoruz. Bugün Sayın Öcalan üzerinde yıllardır devam eden ağırlaştırılmış tecrit, ne Türkiye’nin yasalarına ne de tabi olduğu uluslararası sözleşmelere uygun. Bunun yanı sıra siz, gerçekten dört parça Kürdistan’da Kürt halkının lideri konumunda olan ve bölge halklarının barışına büyük katkılar sağlayacak bir insanı ağırlaştırılmış tecrit altında tutuyorsunuz. Bu; Kürtlerin siyasi iradesinin ve toplumsal olarak Kürtleri tanımanın reddiyesi anlamına geliyor. Tecridin kaldırılması için geçmiş dönemde de çok sayıda başvurularımız olmuştu. Yeni dönemdeki milletvekillerimizin de başvuruları oldu. Bahçeli’nin yapmış olduğu bu çıkışa aynı gün denk geldi ve biz de başvurumuzu yapmış olduk. Kararı bir gün önce almıştık. Başvurumuzu sürekli sorduruyoruz, hâlâ “planlıyoruz” diye yanıtlar alıyoruz. Kamuoyuna da zaten Adalet Bakanı açıklama yaptı.
 
Ne ve nasıl planlanıyor? Mevcut olan bu görüşmede teknik bir planlama olmadığı çok açık. Bu görüşmenin bu kadar geciktirilmesi, teknik bir mesele değil. Kuvvetle muhtemel Suriye’deki gelişmelerden haberdardılar ve oradaki gelişmelere bağlı olarak DEM Parti’nin Sayın Öcalan ile görüştürülüp görüştürülmeyeceğine karar verilecek. O nedenle DEM Parti’den gidecek olan heyetin görüşme izninin çıkması doğrudan Suriye ve Rojava’daki gelişmelerle ilintili olduğu için bu, iktidarın vereceği bir siyasi karardır. Normal şartlarda yasal olan bir hak. İnsan hakları çerçevesinde yasal olan bir hakkı tamamen siyasileştirmiştir bu iktidar ve bu görüşmelerin olup olmamasına dair siyasi karar verecekler. Biz de bu süreci izliyor ve bekliyoruz.
 
“Mevcut iktidar, dışarıya sanki Sayın Öcalan’la görüşmeler var gibi bir algı yaratmak istiyor. Bir görüşme var mı yok mu onunla ilgili bir bilgiye sahip değiliz ama topluma boş hayal ve umut satan bir iktidar var. Cumhurbaşkanının Bahçeli’nin dediklerine “evet önemli buluyorum” demesi yetmez.”
 
* İmralı ziyaretinin ardından PKK liderinden bazı mesajlar gelmişti. Bu mesajlarda, çözüm için hazır olduğunu ancak tecridin sürdüğünü ifade etti. Partiniz bu mesajı nasıl karşıladı ve nasıl analiz etti?
 
Bu mesaj, Türkiye ve Orta Doğu halkları için hakikaten çok kıymetli bir mesaj. Çünkü olanak ve fırsatlar oluşursa, Sayın Öcalan barışa dair katkılarını sunacağını, siyasi zeminde ve her açıdan bu katkıyı sunacağını söyledi. Sayın Öcalan bunu ilk kez söylemiyor. Sayın Öcalan, Türkiye’ye getirildiği ilk gün de bunu söylemişti ve hâlâ aynı yerde, aynı çizgide. Bütün koşullar en sağlıklı şekilde inşa edilmelidir ki kendisi barışa katkı sağlayabilsin.
 
Şimdi Suriye’deki gelişmelere baktığımızda, Sayın Öcalan’ın rolünün çok önemli olduğunu tarih bize bir kez daha göstermiştir. Suriye’yle ilgili neredeyse bütün öngörüleri ve yazdıkları çıktı. Yıllar önce yazmış olduğu Suriye’ye, Orta Doğu’ya dönük bütün analizleri gerçek oldu. Dolayısıyla 3’üncü Dünya Savaşı’na gebe olan bir süreçte; bölgeyi bu kadar iyi bilen, iyi tanıyan, bölgedeki denklemi okuyan, Orta Doğu’da küresel ölçekte dönen oyunları iyi analiz edebilen bu bakışa ne kadar ihtiyaç olduğunu hepimiz iyi biliyoruz. O bakımdan Sayın Öcalan’ın verdiği mesaj çok önemlidir. Tarihsel bir anlamı vardır. Biz buradan onun mesajının altını bir kez daha çiziyoruz; Sayın Öcalan’ın koşullarının sağlanması halinde Suriye barışına da Türkiye’deki barışa da bölge barışına da çok büyük katkılar sunacağına inanıyoruz. Ama onun vurguladığı çok önemli bir şey var; “Tecrit hâlâ devam ediyor” dedi. Bu çok önemli.
 
 
Mevcut iktidar, dışarıya sanki Sayın Öcalan’la görüşmeler var, bir şeyler oluyor gibi bir algı yaratmak istiyor. Orada ne olup bittiğini biz gerçekten bilmiyoruz. Bir görüşme var mı, yok mu, bununla ilgili bir bilgiye sahip değiliz. Ama topluma boş hayal ve umut satan bir iktidar var. Toplumu beklentiye sokan bir iktidar anlayışı var. 1 Ekim’den bu yana birçok gelişme oldu, fakat iktidarın hâlâ attığı somut bir adım yok. Sayın Öcalan’la görüşme olup olmayacağına ve DEM Parti heyeti giderse bu görüşmede nasıl sonuçlar çıkacağına dair en ufak bir ipucu yok. Hâlâ Cumhurbaşkanı, yürütmenin başındaki insan, bu konuda konuşmuş değil. Kürt sorununu çözmek istiyor mu, istemiyor mu? Sayın Bahçeli’nin dediklerine “Evet, önemli buluyorum” demek yetmez.
 
Aradan bu kadar zaman geçti, önemli dediğiniz durumla ilgili bugüne kadar ne yaptınız? Bir seneyi daha geride bırakıyoruz, Cumhurbaşkanından yani icra makamından hiçbir açıklama yok. Bu da elbette tedirgin edici bir durum. Barışa olan inancı zedeleyen bir durumdur. Çağrımızı bir kez daha yineliyorum: Cumhurbaşkanı konuşmalıdır. Cumhurbaşkanı, Türkiye’deki Kürt sorununa nasıl yaklaşıyor, nasıl bir çözüm projesi geçiyor aklından? Kamuoyunun bunu bilmeye hakkı var. Haftalardır kamuoyunu meşgul ediyorlar, ama buna dair en ufak bir açıklama yapmadılar.
 
Sadece DEM Parti ve Kürtler değil, bütün Türkiye halkları şu an “Bu konuda ne olacak?” sorusunu soruyor ve bunu yanıtlamak, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hükümet yetkililerinin görevidir. Sadece Türkiye’deki Kürt sorunu için değil, aynı zamanda Rojava’da nasıl bir plan ve program içerisinde oldukları merak ve kaygı uyandırıyor. Pratiklerine baktığımızda bizler bir sonuç çıkarmıyor değiliz; yaşanan pratikten nasıl bir yönelim içinde olacaklarını elbette analiz edebiliyoruz. Ama bizim bunu doğrudan Cumhurbaşkanının ağzından duymamız gerekiyor. Açık, samimi, şeffaf yürütülecekse bu şekilde mümkün olur. Biz de bilgilenmeliyiz, kamuoyu da bilgilenmelidir.
 
Ama bu konuda bırakın bir tavır ortaya koymayı, ortalığı bulandırma hâli var. Sayın Bahçeli’nin çıkışını önemsediğimizi defalarca kez söyledik, buradan ilerlenecekse yol alabileceğimizi de belirttik. Ancak Rojava’ya daha çok İHA-SİHA, Suriye Milli Ordusu göndermek; orada savaş ve çatışma ortamı yaratıp Türkiye’de “ya sesinizi çıkarmayın, barış olacak” diyerek bulanık bir ortam yaratmaya kimsenin hakkı yok. Buna da izin vermeyiz.
 
“Demokratik zeminde Kürt sorunun çözmeyi başarabilirse, Türkiye bölgeye çok büyük bir katkı sağlayacaktır ve biz bu zemini her türlü zorlamaktayız. Bahçeli’nin yaptığı çağrı güçlendirilmek ve gerçekten barışla taçlandırılmak isteniliyorsa “Kobane’yi de vuracağız, Kürtleri ilk aşamada Fırat’ın Doğusu’na süreceğiz, sonra onları tasfiye edeceğiz” anlayışıyla olmaz.”
 
* Bir diğer mesele, iktidar tarafından yapılan tüm bu çıkışların Ortadoğu’daki yeni dizayn sürecinden bağımsız olmadığı yönündeki tartışmalardır. Özellikle İsrail’in Ortadoğu’daki hareketliliği, Esad rejiminin olası değişimi ve şimdi de HTŞ ile Rojava’nın durumu gündemde. Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı bu süreçte neden önemlidir?
 
Bugün bütün dünyanın Suriye’deki gelişmeleri değerlendirmesi gerekiyor, çünkü Suriye’deki gelişmeler sadece Suriye’nin sınırlarıyla ilgili değil. Emperyalist güçlerin yeni paylaşım savaşının fragmanını izliyoruz. Dünya, Çin ekonomisinin büyümesiyle tek kutuplu olmaktan çıktı. Küresel sermayenin, kapitalizmin devasa ölçekte yaşadığı derin bir kriz var. 2008’de patlak veren bu kriz, derinleşerek günümüze kadar geldi. Şu tespitimizde keşke yanılsaydık; bu krizden çıkışın yolu olarak savaşlara da başvurulacaktır. Yaptığımız değerlendirmeler ve analizler tek tek pratikte doğrulanıyor. 2011’den bu yana Suriye’de devam eden savaşı da, 2010’da başlayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan Arap Baharı’nı da bunlardan ayıramayız. Hepsi birbirini besleyen durumlardı.
 
Arap Baharı’nın şöyle bir ayrımı vardı elbette: Halkların gerçekten kendi otoriter rejimlerine karşı çok önemli direnişleri olmuştur, fakat emperyalist güçler buna da müdahale ettiler ve Arap Baharı’nı halkların kışına çevirdiler. Şu an Libya’nın hâli ortadadır; Kaddafi katledildi ve orada seçim dahi yapılmıyor, parçalı bir durum var. Keza Lübnan’ın içinde bulunduğu durum, Gazze-Filistin süreci ve şimdi Suriye...
 
Amaçları Kürtlerin statü kazanmasını engellemek
 
Bütün bunlar birbirine sımsıkı bağlı gündemler ve birlikte değerlendirilmelidir. Suriye’deki gelişmelerin hızı bizi şaşırttı ama durumun buraya evrileceğini görebiliyorduk. Şimdi, HTŞ’nin inisiyatif aldığı, aynı zamanda Türkiye’nin eğitip donattığı, “Suriye’nin Kuva-i Milliyesi” diye tabir ettiği Özgür Suriye Ordusu, yeni adıyla Suriye Milli Ordusu’yla Türkiye orada mevcudiyetini sürdürüyor. Türkiye’nin somut olarak yürüttüğü şey, Rojava’da, Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin bir statü kazanmasını engellemek.
 
Bunu bir yandan diplomasiyle engellemeye çalışıyor, öte yandan sahada engellemeye çalışıyor. Sahada SMO ve daha sonra gerekirse HTŞ’yi bunun içine alarak sürdürmek istedikleri çok açık. Pratiklerine baktığımızda bunu görebiliyoruz. Minbiç’e yapılan saldırılar, Kobane’ye dönük yapılan askeri hazırlık ve planlarda bunu görmekteyiz. Dolayısıyla Türkiye’nin şu anda yürüttüğü strateji çok net: Komşularıyla sıfır sorun politikasını ortadan kaldırdıktan sonraki yönelimi, neo-Osmanlıcı yayılmacı politika, yani sınır genişletmek üzerine kurulu. Kürt düşmanlığı üzerine kurulu bir politika. Bu iki eksen üzerinden yürüttü Türkiye Ortadoğu siyasetini, hatta Batı ile ilişkilerini de bunun üzerinden devam ettirdi.
 
Rojava bütün dünyaya model oldu
 
Şimdi geldiğimiz noktada Türkiye’nin askeri varlığı Suriye’de mevcuttur. Bunu kullanarak, Kürtlerin Suriye’de bir statü elde etmesinin önüne geçmek için elinden gelen her şeyi yapacak/yapıyor. Oysa biz, demokratik bir Suriye’nin inşa edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Demokratik Suriye inşa edilirken, oradaki bütün halkların ve inançların mutlaka temsiliyeti olmalıdır. Bu, basitçe bir Lübnan modeli olmamalıdır. Lübnan modelinde, devleti kim yönetecekse birer temsiliyet üzerine kuruludur: Cumhurbaşkanı bir halktan-inançtan, başbakan öyle, meclis başkanı öyle. Demokratik Suriye’nin inşası böyle bir bölüşüm değildir. Demokratik Suriye’nin inşası, öz yönetimlerin kabul edilmesiyle mümkündür.
 
Suriye’de Rojava deneyimi, bütün dünyaya model olmuş bir deneyimdir. Bu deneyimin hayata geçmesini çok önemsiyoruz. Bir kadın olarak şundan dolayı da önemsiyorum: Eş başkanlık, eşit temsiliyet, kadınların siyasette, kamusal ve toplumsal alanda varlığını garanti altına alan bir toplumsal sözleşmeyi açığa çıkarmıştır. Aynı zamanda bütün halklar ve inançların temsiliyetine çok önem vermiştir. Bu, barış ve kardeşlik içinde yaşamanın hukuksal zemine oturtulmuş bir hâlidir. Sadece dilek ve temenni değil.
 
Bence bütün dünyanın önemsemesi gereken bir diğer şey, oldukça seküler bir toplum oluşudur. Seküler bir Ortadoğu, seküler bir Suriye için Kürtlerin varlığı önemlidir. Bu sözlerim aynı zamanda Türkiye’yedir: Eğer Türkiye devleti Rojava’daki Kürtleri bu şekilde görüp değerlendiremezse, uzun vadede hata yapar. İstikrarsız bir Suriye ortaya çıkar. Hangi taraftan bakarsanız bakın, bu uzun vadede Türkiye’nin aleyhine döner. Türkiye’nin Kürt halkının haklarını tanımaması, böylesine demokratik bir zeminle komşu olmayı reddetmesi, gelecekte Türkiye’nin aleyhine dönecektir. Uzun vadede düşünmek gerek; tarih bir gün için yazılmaz. Demokratik zeminde Kürt sorununu çözmeyi başarabilirse, Türkiye, inanın bölgeye çok büyük bir katkı sağlayacaktır ve biz bu zemini her türlü zorlamak zorundayız.
 
Bölge barışında ısrarcıyız
 
Bahçeli’nin çıkışı güçlendirilmek ve barışla taçlandırılmak isteniyorsa şayet, “Kobane’yi de vuracağız, Minbic’i alacağız, orayı da vuracağız, Kürtleri ilk aşamada Fırat’ın doğusuna süreceğiz, sonra onları tasfiye edeceğiz” anlayışı ile olmaz. Güvenlik koridoru adı altında orada tampon bölge oluşturmaya çalışarak ve oranın demografik yapısını değiştirmeye çalışarak bu iş olmaz. Bu, Kürt sorununu çözmez, daha da derinleştirir. Bu, bölgenin kanayan yarası hâline dönüşür ve bütün halklar açısından negatif sonuçlar doğurur. 911 km sınırımız olan Suriye’nin istikrarsızlığı demek, Türkiye’nin de istikrarsızlığı demektir. Biz bunu istemiyoruz. O yüzden hem iç barış hem de bölge barışında ısrarcıyız.
 
“Bu yeni denklemde artık, Suriye’yi Türkiye’den, Türkiye’yi Suriye’den bağımsız ele almamız gerçekten çok zor. Bugün Kuzey Doğu Suriye’de yaşayan Kürtlerin kendi statülerini ve haklarını elde etmeleri, aynı zamanda Türkiye’deki Kürtlerin de haklarını elde etmelerine katkı sağlar.”
 
*Barış çağrıları yapılırken, HTŞ ve SMO gibi gruplar Kürt halkını ve Özerk Yönetimi tehdit etmeye devam ediyor; şiddet ve katliamlar da gündeme yansıyor. Türkiye’nin sınır ötesindeki Kürtlere yaklaşımı, hem iç siyaset hem de bu barış çağrıları üzerinde belirleyici bir rol oynayacak mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 
 
Bugün hiçbir ülke için iç siyaset, dış siyasetten bağımsız değil çünkü dünya başka bir konjonktürden geçmektedir. 3’üncü Dünya Savaşı’na gebe bir durumdayız. Dış siyaset, iç siyaseti doğrudan etkilemektedir. Ne yazık ki savaşı ve çatışmaları, iç siyaseti dizayn etmek için otoriter rejimler hep kullanmıştır, kullanmaya da devam edeceklerdir. Bu, Türkiye, Rusya, İsrail… Bu örnekler artırılabilir. Bu gerilimi kullanmaktalar.
 
En temel adımlardan biri Kürt sorununu çözmek 
 
Türkiye’de Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokratik bir Cumhuriyet’i inşa etmenin yolu, demokrasiyle ilgili somut adımlar atmaktır. Bunun en temel adımlarından biri, Kürt sorununu demokratik ve barışçıl yollarla çözmektir. Türkiye’de çözülmesi demek, aynı zamanda Suriye’de çözülmesi demektir. Bu yeni denklemde artık, Suriye’yi Türkiye’den, Türkiye’yi Suriye’den bağımsız ele almamız gerçekten çok zor. Bugün Kuzey Doğu Suriye’de yaşayan Kürtlerin kendi statülerini ve haklarını elde etmeleri, aynı zamanda Türkiye’deki Kürtlerin de haklarını elde etmelerine katkı sağlar. Kaldı ki şu vurguyu, Türkiye’de yaşayan Kürt olmayan yurttaşlarımız için yapıyorum: Mevcut olan iktidar ya da geleneksel devlet anlayışı, sürekli Kürtleri “bizden kopacak parça” gibi anlatıyor. Bu yanlış. Kürt halkı ve sözcüleri defaatle bunu ifade etti. Biz bir ayrılık üzerinden bunu kurmuyoruz.
 
Kürtler, Türkiye’de bütün halklarla birlikte, ortak demokratik bir anayasa içinde tanımlanmış haklarını kazanmış bir şekilde eşit birer yurttaş olarak yaşamak istiyorlar. Suriye’de de durum budur. Keza bunu Suriye’deki Kürt halkının temsilcileri de ifade etti. Türkiye devleti bunu çok iyi bildiği hâlde, iktidar bunu manipüle ediyor. Manipülatif biçimde yansıtılıyor ve Kürtler “bölücü” olarak lanse ediliyor. Bu doğru değil. Başta bunu Türk halkı görmelidir. Bu iktidarın manipülasyonuna kanmamalıdır. Kürt sorununun kaderini ve çözümünü, Rojava’daki gelişmeler önemli ölçüde belirleyecektir. Demokratik bir Suriye inşa edilirken, orada yaşayan Arap Aleviler, Hristiyanlar, Ermeniler, Dürziler, Türkmenler, Kürtler… Tüm halkların haklarının tanımlı olduğu bir sürece ihtiyacımız var.
 
Tedirginliği gidermek herkesin görevi
 
Bu süreci inşa etmenin yolu, şu andan itibaren yeni Suriye denkleminde farklı halklara ve inançlara dönük katliamcı bir çizgi izlememekten geçmektedir. HTŞ ilk günlerde böylesi katliamlara yeltendi, fakat daha sonra uyarı aldı. Belli ki HTŞ’ye, Colani’ye şu denmiş: “Yeni dönemin aktörü sen olacaksan, şöyle bir kalıba girmen lazım” denmiş ve şimdi bu kalıba göre rolünü yürütüyor. Bu rolün içinde ne var, sonrasında ne olacak? Kendi güçlerini tahkim ettikten sonra diğer halklara ve inançlara nasıl yönelecekler, bilmiyoruz. Ama şunu çok iyi biliyorum: Suriye’de yaşayan Hristiyanlar, Aleviler, Ermeniler ve Arap Aleviler çok tedirgin. Dolayısıyla bu tedirginlik giderilmelidir. Suriye’de şu an aktör olan güçlere şunu söyleyelim: Bu tedirginliği gidermek herkesin görevidir.
  
“Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını “ellerinden alma” gibi projelerini başarırlarsa, sahada ve diplomaside kendilerince bir yanıt alabilirlerse; şunu bilelim ki Türkiye’de barıştan bahsetmek zorlaşır. Biz barış için gece gündüz çalışmaya, emek vermeye hazırız. Bunu İmralı’da vekilimiz Ömer Öcalan’la görüşmesinde Sayın Abdullah Öcalan da söyledi.”
 
*Son olarak şunu sormak istiyorum, her süreç tartışmasında “DEM Parti ve AKP görüşüyor” söylemleri gündeme geliyor ve bu noktada bir algı oluşturuluyor kamuoyunda zira Adalet Bakanlığı başvurunuz da bu şekilde kimilerince değerlendirdi. Bu iddialara ilişkin ne söylersiniz? Partinizin iktidar ile bir diyaloğu var mı? 
 
Şu ana kadar iktidarla gerçekleşmiş resmi hiçbir görüşmemiz olmadı. Bunu her fırsatta ifade ettik. İktidar, Suriye’deki gelişmeleri takip ederken burada ortalığı bulandıran bir yöntem izliyor. Bunları söylediğimizde şu anlaşılmasın: “DEM Parti uzatılan barış eline mesafeli mi yaklaşıyor?” Hem iktidar hem de iktidarın o havuz medyası manipülasyon ustası olmuş durumdalar. Öyle ki bizimle ilgili “DEM Parti çözüm istemiyor” gibi algılar da yaratmaya çalışıyorlar. Çünkü yarattıkları bulanık ortamda amaçlarına ulaşabilirlerse eğer Rojava’da Kürtlerin kazanımlarını “ellerinden alma” gibi projelerini başarırlarsa, sahada ve diplomaside kendilerince bir yanıt alabilirlerse; şunu bilelim ki Türkiye’de barıştan bahsetmek zorlaşır. 
 
Biz, barış için gece gündüz çalışmaya, emek vermeye hazırız. Bunu İmralı’da vekilimiz Ömer Öcalan’la görüşmesinde Sayın Abdullah Öcalan da söyledi. Bir diğeri, Türkiye Suriye sahasındadır. Türkiye’nin görevi, orada demokratik bir Suriye inşasına katkı sağlamak ve Kürt kardeşlerimizle orada barışı tesis etmek, Kürtlerin orada kazanılmış haklarının yanında olmaktır. Şunu unutmayalım: Orada Kürt halkı, IŞİD’e karşı en güçlü mücadeleyi veren, IŞİD’in yenilebileceğini gösteren bir Kobanê direnişi göstermiştir. Bunu bütün dünya saygıyla izledi. Bir diğeri, Türkiye’de Kürt halkının belli başlı taleplerinin hayata geçirilmesidir. Demokratik zeminde, demokratik bir anayasanın Türkiye’de yapılmasıdır. Bütün bunlarda DEM Parti olarak varız.
 
Şu hatırlatmayı yapmak istiyorum: Türkiye ve bölge, savaşlardan yoruldu. Bir ülkede savaşın ve çatışmanın başlaması demek, bütün emperyalist ülkelerin bu çatışmaya bulaşması demektir. Bu gelişmeler ışığında Türkiye, stratejik bir akılla davranmak zorundadır. Bugün Doğu Akdeniz planı yeni başlıyor. Orada devasa hidrokarbon gazı rezervi bulunuyor. Bununla ilgili savaş ve çatışmaların bir boyutunun bu olduğunu hatırlatmalıyız. İkincisi, Kıbrıs meselesi... Kızıldeniz’den Kıbrıs’a kadar uzanan süreç… Bütün bunları barış eksenli, stratejik bir akılla değerlendirmek gerek. Buradan şu çıkışı bulmak zorundayız: Daha çok barış, daha çok demokrasi.
 
Türkiye’de acil olarak demokrasiye ve barışa ihtiyaç var. Halkın yoksullaştığı, kadına şiddetin arttığı, kadınların gece gündüz katledildiği, Kürtleri ve diğer halkları tanımayan bir Türkiye, bu sorunlara göğüs geremez. O nedenle, ülkenin iç barışının sağlanmasının önemini bir kez daha vurgulayalım. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında bu kaotik süreci, Cumhuriyet’i demokratikleştirmeye dönük tarihsel bir ivme kazandırarak pekâlâ başarabiliriz. Bu konuda DEM Parti olarak çalışmalarımıza devam edeceğiz.