2024: Direnişin sesi kıtaları aştı (8)

  • 09:01 27 Aralık 2024
  • Ekoloji
İklim krizine karşı doğanın direnişi 
 
HABER MERKEZİ – 2024 yılı, doğanın talan edildiği, iklim krizinin derinleştiği ve çevresel yıkımın kaygı verici boyutlara ulaştığı bir yıl oldu. Ekolojist Melis Tantan, bu karanlık tabloyu değerlendirirken şöyle diyor: “Toplumlarımızı özgürleştirebilirsek doğayı da özgürleştirebiliriz.” 
 
2024 yılı, ekolojik yıkımın kaygı verici boyutlara ulaştığı bir yıl olarak geride kalıyor. Doğanın talan edilmesi, iklim krizinin derinleşmesi ve çevresel yıkımlara karşı yeterli önlemlerin alınmaması, dünyayı geri dönülemez bir noktaya doğru sürüklüyor. Özellikle Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında artan maden faaliyetleri, ağaç kesimleri, baraj projeleri ve nükleer santral yatırımları, ekolojik yıkımı daha da hızlandırıyor. Sermaye odaklı politikalarla, doğanın korunması bir kenara bırakılırken, yaşam alanlarının yok edilmesi toplumları da doğrudan etkileyen bir sorun haline geliyor.
 
2024’ün ekolojik açıdan karanlık tablosu, yalnızca doğanın değil, toplumların da maruz kaldığı hak ihlalleriyle birleşiyor. Hayvan katliamlarının meşrulaştırılması, ormansızlaştırma politikaları ve yerel halkların zorunlu göç ettirilmesi gibi uygulamalar, doğanın talanı kadar insan yaşamını da tehdit ediyor. Ancak bu karanlık tabloya rağmen, irili ufaklı ekolojik mücadeleler umut veriyor. Doğanın ve toplumun özgürleşmesi için örgütlü bir duruşun önemi giderek artıyor; bu direnişin 2025’te daha da güçlenmesi umuluyor.
 
Ekolojist Melis Tantan, 2024 yılında yaşanan ekolojik yıkıma dair gelişmeleri ve doğa talanına karşı direnişin önemini kaleme aldı. 
 
Melis Tantan’ın yazısı şöyle: 
 
“2024’ün manzarası ekolojik yıkımın kaygılandırıcı boyutlara gittiğini gösteriyor: 2024 ekolojik barbarlığın arttığı bir yıl oldu.
 
Kaybettiğimiz tüm canlara ve Reşit Kibar’ın anısına…
 
2024’e ekoloji çerçevesinden baktığımızda karşımızdaki tablo, bir önceki yıla göre daha kara ve gelecek yıllar açısından da epey endişe verici. Bu endişenin nedeni, ne kadar dünya genelinde sağ iktidarların çoğalması, savaş ve işgallerin özellikle coğrafyamızda daha fazla vuku bulması ise bir o kadar da bir parçası olduğumuz doğanın giderek daha çok tahrip ediliyor oluşu ve gelecekte başımıza neler geleceğini tam olarak bilemiyor oluşumuz. Ancak bu endişeye mahal bırakmayacağız; irili ufaklı mücadelelere olan inancımız ve güvenimiz, bir kurtuluş reçetesini bize her daim hatırlatıyor.
 
Peki, manzaramız ne? Bakmaya başlayalım.
 
Sermayeye daha çok yatırım ve rant alanı
 
Sermaye yanlısı hakim politikaların bir sonucu olarak, doğanın kırımı giderek artıyor. Kalkınma ve büyüme odaklı politikalar, yerli sermayelere uluslararası alanda yatırım alanları bulmak, yerelde de tüm yaşamsal varlıkların, yaşam alanlarının yağmasına ve talanına bağlı olarak büyütülen sektörlerle ilerliyor. Piyasaların belirlediği bir ekonomi politikasının ve ardından yürütülen egemen siyasetin halklara da doğaya da zararı günden güne artıyor.
 
İklim krizi ve dezenformasyon 
 
Bunlardan en öne çıkanlardan biri, devletlerin iklim yıkımına karşı oynadıkları acı tiyatro. Türkiye’de de iktidar, her ne kadar iklim krizine karşı Paris Anlaşması’nı imzalamış, 2053 net sıfır hedefi koymuş ve yenilenebilir enerjilere kaynak ayırdığını söylemiş olsa da pratiği, krizden yeni fırsatlar doğurarak sermayeye yeni yatırım alanları açan ve iklim inkarcısı pratikleri hayata geçiren, yeşil yıkamacı bir anlayışı yaygınlaştıran bir yol izliyor. Aslında iklim konusunda tüm adımlar ‘mış’ gibi yapılıyor ya da büyük bir dezenformasyonla ilerliyor. Termik santrallere yeni kapasite artışları, Kürdistan kentlerinde petrol aramalarının yaygınlaştırılması, uluslararası doğalgaz lojistiği gibi fosil yakıttan çıkışı gündeme almayan sözde bir çözümle ilerliyorlar. 2024 yılı iklimle ilgili söylenenler ve 2025’te çıkarılması planlanan tüm yasal düzenlemeler de bu mantıkla kurulmak isteniyor.
 
Nükleer güzellemeleri 
 
İklim yıkımına alternatif olarak, dünyadaki pek çok devlet nükleer enerjiyi öne çıkarmaya başladı. Geçen seneki COP’ta güçlenen nükleer lobiler, 31 devleti kendilerine çekmiş durumda. Türkiye açısından ise Akkuyu’daki santralin inşaatı hız kesmeden devam ediyor. Nükleer güzellemeleriyle ve sürekli gecikse de çalışmaya etap etap hazırladıkları santral, felaketler üzerine yükseliyor. Hem büyük bir iş cinayeti mahalli olan ve sürekli çalışanların hak gasplarıyla gündeme gelen inşaat, hem de pek çok teknik sorun barındırıyor. Bu durum, hafife alınacak bir şey değil, bir şaka hiç değil.
 
Mineral madencilik için doğa yine hedefte 
 
12. Kalkınma Planı’ndan, 2025 bütçesinden ve devletler arası yapılan kimi stratejik ikili anlaşmalardan görülebileceği üzere, enerji ve maden sektörlerinin hem yerli şirketlerin Türkiye ve Kürdistan’da hem de yayılmacı bir anlayış sonucu birçok ülkede büyük yatırımları gerçekleşecek. Bununla birlikte Türkiye ve Kürdistan topraklarının çok uluslu ya da yabancı şirketlerin yağmasına açılmasını önümüzdeki dönemde daha çok mineral madenciliği gibi alanlarda gerçekleştirmek istiyorlar.
 
Sermayenin planları doğanın yağması üzerine kurulu 
 
Sermayenin tüm planları doğanın yağması üzerine kurulu. Ancak aynı zamanda, deprem sonrası Hatay’ın yapılaşmasında ve rezerv alanları yasasında gördüğümüz gibi, barınma hakkının gaspı, kentlerin rantının artışı ve halkların zorunlu göçe, borçlanmaya ve mülksüzleştirmeye uğraması gibi sonuçlar doğuruyor. Yakında depremin üzerinden tam 2 yıl geçmiş olacak. Antakya’da suya-toprağa karışan asbestli, kimyasallı enkazlardan başlayarak sulak alanların kirlenmesi, halka nefes aldırmayan kaçak ya da yasal beton santrallerinin çoğalması ve inşaat sermayesinin gözünü para bürüdüğü bir noktaya (kent bile diyemeyeceğimiz şekilde) dönüşmesi sorunları daha da ağırlaştırıyor. Kentleşmenin bir plan dahilinde yapılmadığı, çarpık ve salkım tipi yerleşim biçimlerinin yaygınlaşması, demokratik, planlı, toplumcu, ekolojik ve katılımcı kent yapılanmalarından uzak bir tablo ortaya koyuyor. Bu durum, önümüzdeki onlarca yıla yıkıcı şekilde etki edecek ağır bir tahribat yaratacak.
 
Ekstraktivist (Kazmacı) faaliyetler son bulmalı
 
Her türlü ekstraktivist (kazmacı) faaliyetin, karbon yutak alanlarını, yer altı ve yer üstü sularını, temiz havayı, yaban hayatını, insanların yerleşim alanlarını ve gelecek kuşakların sağlıklı yaşam hakkını tehdit ettiği gerçeği bu dönemde daha çok maden projeleriyle de karşımıza çıkıyor. Yılı, İliç’te göz göre göre gelen, tüm uyarılara rağmen önü açılan İliç altın madenindeki katliamla başlattık; Avrupa’nın 2. büyük oksijen kaynağı olan Kazdağları’nın ormansızlaştırılmasıyla, bereketli hilal olarak bilinen Mezopotamya’nın yağmasıyla kapatıyoruz.
 
Cengiz Holding’e altın madeni işletmesi 
 
Tek bir şirket, açık ara farkla birçok altın madeninin işletmesini yürütüyor. Buradaki kazançların ne kamu yararıyla ne de altın ihtiyacıyla bir ilgisi var. Kazdağları’nda Cengiz Holding’in yasal süreçleri beklemeden altın-bakır madeni için ağaç kesimine başlaması, Eskişehir Alpagut Vadisi’nde maden açma çabası, Kırşehir’i mahvedecek 3 ayrı maden projesi ve Gümüşhane’nin yüzde 93’ünün maden ruhsatlı olması gibi örnekler, giderek daha da yaygınlaşan bir kazma-yok etme faaliyetini gözler önüne seriyor.
 
Kürdistan'ın yağması giderek büyüyor
 
Devasa alanlara yayılan binlerce güneş enerjisi santrali, tarım arazilerini (meralar dahil) yok ederken bu yıl da çevresel etki değerlendirme raporuna gerek bile görülmeyen pek çok GES (Güneş Enerjisi Santrali) projesi Kürdistan’ın dört bir yanına yayıldı. Amed’de sessiz sedasız uygulamaya konulan Transatlantic projesiyle kaya gazı ve kaya petrolü tesisi, 10 yıl daha uzatılarak işletilmeye devam ediyor (Trakya’da da benzer projeler uygulanıyor).
 
Ağaç kesimleri ve ekokırım suçu 
 
Cudi, Besta ve Gabar bölgelerinde yıl boyunca devam eden ağaç kesimleri ve dinamit patlatmalar, bu alanlarda yalnızca ekolojik tahribata değil, aynı zamanda ekokırım suçunun oluşmasına da zemin hazırlıyor. Bu faaliyetler, operasyon bölgeleri denilerek halkın müdahalesi engellenerek yürütülüyor. Ayrıca yıllar sonra tekrar gündeme gelen Cizre Barajı, Dicle Nehri’ne adeta son nefesini verdirecek olan 10. baraj olma niteliği taşıyor. Her zaman olduğu gibi, bu barajın da gerekçesi ‘sulama’ iddiasına dayanıyor. Ancak Kürdistan coğrafyası bu barajlara da bu yalanlara da doydu.
 
Sular barajlarda tutuluyor 
 
Sular barajlarda tutuluyor, halk ise susuz bırakılıyor. Üstüne bir de DEDAŞ’ın yarattığı sorunlar ekleniyor. Bu yıl da gerek yangına sebebiyet verme gerekse halka fatura yükleme ve suyun gaspı yoluyla bölge halkını mağdur eden enerji dağıtım şirketi, bir ‘özel savaş aparatı’ gibi kullanılıyor. Ancak sorunlar bunlarla da bitmiyor. ‘Kalkınma Yolu Projesi’ adı altında yürütülen çalışmalar, bölgedeki ekolojik yıkımın boyutunu devasa seviyelere çıkarmayı hedefliyor. Özetle Kürdistan’ın doğası, Kürt halkı gibi yok sayılıyor. 
 
Yaşam hedefte 
 
Hayvan katliamı yasasının çıkmasının ardından, Aralık başında Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelikle birlikte, sokak hayvanlarının öldürülmesi başta olmak üzere hayvanların yaşamlarına ve haklarına yönelik saldırıların daha da çoğalacak. Toplumun bu konudaki hassasiyeti ve tepkisi, farklı politik ve toplumsal tabanlardan gelen kesimleri bir araya getiren bir mücadeleye dönüşme potansiyeli taşıyor. Bu durum, hak ve özgürlük savunusu açısından, hayvan hakları mücadelesinin diğer hak mücadeleleriyle ortaklaşarak büyüme olasılığını da beraberinde getiriyor. Hayvanlara karşı yönelen bu yasa ve yönetmelik, en savunmasız hak öznelerine yönelik bir katliam pratiği olarak sergilenmekte ve engellenmediği takdirde giderek büyüyerek diğer hak öznelerine de sıçrayacaktır.
 
Ekolojik, demokratik ve özgürlükçü bir toplum, özgür doğa 
 
Geride bırakacağımız 2024, bir önceki yıldan daha kötü, ancak bir sonraki yıldan daha iyi bir durumda anılacak. 2025 için var olan öngörüler doğrultusunda yıkımın, yağmanın ve talanın artacağına dair saldırı silsilesine önceden hazırlıklı olmak ve örgütlü bir karşı koyuş yaratmak zorundayız. Toplumlarımızı özgürleştirebilirsek doğayı da özgürleştirebiliriz; tüm topluma yönelmiş tecridi kırarak doğaya atanan kayyumları yok edebiliriz.
 
Kurtuluş mümkün mü?
 
Besta’nın, Kaz Dağları’nın, Antakya’nın ve Kırşehir’deki vadilerin bu yıkımdan kurtuluşu neden mümkün olmasın? 2025, umutların çoğaldığı, mücadele azminin arttığı, özgürlüklerin inşa edilmeye başladığı bir yıl olsun. Gelin, hemen, ‘Kurda, kuşa, aşa’ atılan tohumlar gibi mücadele tohumlarını her şey için ekmeye başlayalım.”
 
Yarın: 2024’ün çocuklara bıraktığı yoksulluk ve katliam oldu
 
 

Etiketler:

jinnews kurdistan